19 Aralık 2010 Pazar

Annemin cin fikirleri...


Geçen gece, sabah 2.00 gibi mutfağa girdim su içmek için. Tezgahın üstü bulaşık dolu... Bulaşık makinesinde de yeni yıkanmışlar... Birden yarına ne çok iş var diye düşünüp içimi kararttım, ama sonra ne yaptığımı bile farketmeden makineyi boşaltmaya başladım. Kirlileri ortadan kaldırırken, aslında bunun annemin taktiği olduğunu hatırladım. Olmadık zamanda işe kalkıştığında,  "şimdi yapasam, yarın kalktığımda komşu yapmış gibi olur." derdi... Nasıl bir kandırmacaysa... Neden komşu o da belli değil. Ama çok işe yarıyor. Yarına taşımıyorsun o telaşı... Millet buna "bugünün işini yarına bırakma" der... Ama herkes bırakır. Annem küçük bir oyun oynuyordu, hayalindeki komşuyla... Daha eğlenceli...

Bir başka cin fikrini de ilk kez, dişçiye gitmek istemediğimde duymuştum. "Dişçi koltuğunda otururken, iş bittiğinde, kitapçıya gidip çok güzel bir kitap alacağını düşün" demişti. "Gidecek miyiz peki?" diye sormuştum. Hani boşu boşuna hayal etmeyeyim diye... "Gideceğiz." dedi. Söz verdi mi yapardı. Sen de dişçiye gittiğinde böyle mi yapıyorsun dedim. "Evet" dedi. Dişçiden sonra kitapla mı geliyordu hatırlamıyorum. Ama bu ödül mekanizması harika işliyor. Yapmayı istemediğim ama zorunda kaldığım her işin sonunda kendimi ödüllendirecek bir şey yapıyorum.

Bu kuşlar da annem için... Kuşları sever... Kuşlar da onu... :)

12 Aralık 2010 Pazar

Yaz-ama-mak üzerine...


Bu aralar yazamıyorum. Kafamda yazılıyor bir şeyler de... elim klavyeye gitmiyor. Ben de hem kafamı hem elimi güzel işlerle oyalıyorum. Yılbaşı hediyeleri hazırlıyorum dostlarıma...

Güzel işlere başlamışken, internette bulup kaydettiğim güzellikleri sizinle paylaşmak istedim. Yılbaşı  ağacımı çoktan süsledim. Bu yıl kendimi kırmızı hissediyorum. Bu güne kadarki en yalın yılbaşı ağacı oldu... Sadece ışıklar ve kırmızı elmalar... Sade ve etkili... Aralık'ın pagan ruhuna uygun ... Baharı ve bereketi karşılamaya uygun...  Yukardaki resim gibi... Keşke hangi siteden bulduğumu kaydetseymişim... Büyük olasılıkla country art sitelerindendir...

Yakında yaptığım işlerin fotoğraflarıyla hava atacağım :)) Şimdiye kadarki aşamadan hoşnudum... bittiğinde  aynı duyguları arkadaşlarım da hisseder diye umuyorum :)

3 Aralık 2010 Cuma

ayna gösterisi :)

Boş bıraktım blogu diye azar işittim. Bari son işimi koyayım dedim. Yakında burası kıl olduklarımı yazdığım yer olmaktan çıkıp hobi bloglarına benzeyecek. En çok takip ettiklerimle yarışacağım nerdeyse... :))

Tenekelere sardırdım bu aralar... MDF den bu ayna çerçevesini alalı nerdeyse 1 yıl olmuştu. Ne yapacağıma karar verinceye kadar çok sabırlıyım. Bir köşede atıl durması beni rahatsız etmiyor malzemenin. Ama karar verince hemen bitmiş halini görmek istiyorum. Acilen pirinç levha aramaya çıktım sokağa... Beyhude bir çabaymış.... Bulamadım. Ama aklımda parlak sarı bir teneke var... Attığım yağ tenekesinin ardından ağıt yakacaktım nerdeyse... Ama bir markete girip bira kutularının arasında bana parlak parlak bakan Miller'ı görünce... Hemen iki adet kapıp kasaya gittim. Ve birden ramazanın ilk günü olduğunu hatırladım. :)))

Biralar tüketildi. Tenekeler yıkandı ve kesildi... Balıklar, yıldızlar, ay ve yelkenli... Ama benim bir de güneşe ihtiyacım vardı... Güneş gibi bir teneke bulamadım ne yazık ki... o yüzden çiçekli bir ıce-tea kutusunda karar kıldım... kutu güzel içi berbattı :(

Geri kalan minik yıldızları hazırlardan kullandım... bir kısmı ışığı yansıtmıyor ama, açık kapılar epey ışıltılı... Cep telefonuyla fotoğraf bu kadar oluyor işte...

Ama asıl espri kapalı halinde...
Miller yelkenlisi ve Miller ayının altında seyahat ediyoruz... :)))

Aynayı banyo için yapmıştım. Elektrikçi çağırdım. Derz arasına çakmalarını istedim  ayna asılacak aparatı... İşleri çabuk bitti. İki kişi gelmişlerdi bir aynayı asmaya... O yüzden banyoda kalabalık edemedim. Gittikten sonra astıkları aynayı kaldırıp yapılan işe baktım. Ağzım açık kaldı... Oraya bir demir parçası gibi bir şey sokmuşlar  ve yukarı doğru bükmüşler... Ayna asılınca arkasındaki tel esnemiş... Aynaya bakınca sadece çenemi görür hale gelmişim... İnsanlara ustalık sertifikası verilmeli... Önüne gelen bu işlere kalkışmamalı bence... İki üç ay, dizlerimi kırarak idare ettim. Ama bilen bilir, Feng Shui ye göre bu büyük hata... Yani bu hevesle yaptığım ayna yerinden kaldırıldı, yatak odasına taşındı. Yerine çerçevesini hiiiç sevmediğim büyük ayna asıldı. Şimdi ona yeni bir çerçeve düşlüyorum... Varolan çerçeveyi sökmeden... üzerine yapıştırabileceğim, pratik ve çılgın bir şey... Aklıma gelene kadar, şimdiki haliyle kullanmaya devam  :)

Güzel olmuş mu?

24 Kasım 2010 Çarşamba

karışık köşeler...

Elime geçenin bir yerlere bırakıldığı, tıkıştırıldığı, unutulduğu köşelerim var... Gözüm takıldığında neden orda olduklarını merak etiğim objelerim... Sanki benim yüzümden orda değillermiş gibi... Ama hiç bir zaman daha iyi bir yer bulamam...



Bir dolap üstü... Annemin evinden getirdiğim bir şamdan, çanta içinde üzgün bakışlı köpek biblosu ve onun yanına sıkıştırılmış bir yılbaşı süsü, yanında ucu görünen, el boyama bir tepsi ve içinde bir sürü kağıt, ellenmeyince nereye konacağına dair kafayı meşgul etmeyen kağıtlar... arkadaki resim "camaltı". Meraklı kediyim ya... okuduğumu, duyduğumu hemen yapmak isterim. İşte o da o merakın sonucu ortaya çıktı. Renklerini seviyorum. Çerçeve yaldızlıydı... bu hale getirince daha sevimli oldu. Düzgün, tertipli evler çok güzel... Ama benimki daha eğlenceli... Ben bile neyi, nereye koyduğumu unuttuğum için, karşılaşınca şaşırıyorum. Şaşırmak da eğlenceli... Bana iyi enerji veriyor :))

21 Kasım 2010 Pazar

insan haddini bilmeli...ama...

Bazen bilmez. İzlediğim bloglar hep eli marifetli insanların... Meraklıyım, ama yetenekli olduğum söylenebilir mi bilemem. Okuldayken iyi resim yapardım... Öyle söylenirdi. Yapmaya yapmaya elim durdu. Resmen kıskandım resim yapanları... Eh yapmaz mıyım? Yaparım. Ama kağıt kalemle değil... Bilgisayardaki resim programıyla... Ortaya da böyle komik bir şey çıkar işte :))))


Koca kulaklı mavi bir kedi ile  pembe tavukla kuş arası bir yaratık :)))
Bence "fare" yüzünden... Kedi çizmemi istemedi. :p

19 Kasım 2010 Cuma

Bir edebiyatçının blog'u



2010 yılının Haziran'ında 87 yaşında ölen Jose Saramago'nun bloğu olduğunu biliyor muydunuz?

Ben kitaplık temizliği yaparken öğrendim. Biriktirmek ve sonra temizlemek, insana çok şey öğretiyor. Biriktirirken kaçırdığını, vazgeçerken yakalıyorsun.  Cumhuriyet ve Radikal'in kitap eklerini biriktirmişim. Neden -mişim? Çünkü her hafta ikişer taneden incecik dergi, birdenbire belime doğru tırmanan bir yükseliş gösterdi. Önceleri masumdu kapladıkları yer... Sonra işgalci hale geldiklerini farketmeye başladım. İşte o zaman "ben bunları neden biriktirMİŞİM oldum. Sanki biri beni zorlamış gibi...

Neyse ki biriktiriciliğim henüz "çöpçü" sendromuna dönüşmedi. Bırakmayı biliyorum. Onları mahallenin veterinerine taşımadan önce elden geçirmeden bırakamıyorum yine de... (Neden veterinere taşındığını merak edenlere not düşeyim hemen. Kafeste bakımda olan kedilerin altına seriliyor. İşe yarıyorlar yani... Belediyenin geri dönüşüm kumbarasına atmaktansa, onlara hizmet etmesini tercih ediyorum.) Ve onları tek tek tararken ya okumaya fırsat bulamadığım için ya da düpedüz gözden kaçırdığım için atladığım bir sürü kitap olduğunu gördüm. Kitap eklerinin yanında bir not defteri bulundurmaya başladım. Henüz yarısı bitti. Ama iki sayfalık alınacak kitaplar listesi oluştu bile... Bunlardan biri de Saramağo'nun Not Defterimden isimli kitabı...

Cumhuriyet Kitap ekinde Ali Bulunmaz Saramago'nun blog serüvenini ; "İnternet müdavimlerinin büyük bölümünün blog'u var; hali pür melalini anlattığı, atıştığı, kimi zaman duygusallaştığı bir alan bu. Saramago'nun Not Defterimden başlıklı kitabı, kendisine ayrılan blog'da biraz zorlamayla, biraz merakla ama sonradan hoşlanarak yazdıklarından oluşuyor." cümleleriyle anlatmış.

"Gençlerin umutları asla, en azından şimdiye kadar dünyayı daha iyi yapmayı başaramadı. Yaşlıların yenilenmiş hırçınlıkları da dünyayı daha da kötüleştirecek dereceye varmadı."
"İnananlar Tanrılardan besleniyor, gelecek Noel'e kadar, gelecek yemeğe kadar hep tatminsiz bir maddi ve mistik açlıkla onu yutuyor, hazmediyor, yok ediyor."
"Dinler, birbirleriyle beraber yaşamı anlık ve geçici taktik nedenlerle faydalı olarak değerlendiren bütün sahte-evrensellik nutuklarına rağmen, sürekli bir karşılıklı düşmanlık durumunda yaşıyor."
"Herkes ateist olursa gezegen daha barışçıl olabilir."

Bu alıntılar da dergideki yazıdan... Kitabı en kısa zamanda edineceğim. Kitap 2008 yılında yayınlanmış... 87 yaşında öldüğüne göre blog yazımına en iyi ihtimalle 80 yaşından sonra başlamış Saramago... Teknolojiyle hala barışamayan "gençleri" düşününce, aslında gençliğin yaşla ilgisi olmadığı bir kez daha ispatlanıyor.

Ne mutllu, ömrünün sonuna kadar "genç" kalanlara...

18 Kasım 2010 Perşembe

alıntı...

"Teknoloji belli bir düzeye eriştiğinde insanlar kendilerini suç işlemiş gibi hissetmeye başlarlar." dedi Mudger. "Peşinde birileri vardır, bilgisayarlar belki, makine polisler. Araştırılmaktan kurtulamazsın. Seninle ya da tüm varlığınla ilgili bilgiler toplanmıştır veya toplanmaya başlanmıştır. Bankalar, sigorta şirketleri, kredi kurumları, vergi müfettişleri, pasaport daireleri, rapor servisleri,polis kurumları, istihbaratçılar. Bu sana daha önce söylediğim şeye benziyor biraz. Aletler bizi mülayim yapıyor. Onlar suçlu olduğumuzu belirten bir kağıt çıktısını etrafa dağıtırlarsa suçluyuz demektir. Ama bu daha da derinlere kadar uzanır, öyle değil mi? Sadece varlığı, kanıtı, teknolojinin inanılmaz zenginliği bize suç işlediğimiz duygusunu vermeye yeter. Sadece bu şeylerin bu kadar yaygın oluşu bile. İşlemcilerin, tarayıcıların, sınıflandırıcıların. Bunlar kendimizi suçlu hissetmemiz için yeterli. Ne muazzam bir ağırlık! Ne karmaşık programlar! Ve bunları bize açıklayacak kimse yok."

Koşan Köpek, Don DeLillo, Everest Yayınları

14 Kasım 2010 Pazar

hrrr!!!!

Yazarın dört kitabını yayınlayan yavınevinin, hepsini eşit boyda yapmamasına...
Kitap sırtlarındaki yazıyı okumak için boynumu ingiliz anahtarı gibi bir sağa, bir sola çevirmek zorunda kalmama...
Kitabın yüzü üste gelecek biçimde rafa koyduğumda sırt yazısını okumak için amuda kalkmamın beklenmesine...
Aynı türden kitapları yanyana getirdiğimde oluşan manzaranın ekonomi grafiklerine benzemesine... (yüksek-alçak-alçak-yüksek-yüksek-alçacıııık-yüksek-)

 KIL OLDUM!!!

Evet, kitaplık temizliği yaptım!

12 Kasım 2010 Cuma

Mesajlar...

Nevarin'in söylediklerine laf yetiştirmeye çalışırken bir baktım acayip uzun oluyor. En iyisi bunu yorumlara değil, bloğa yazayım dedim.

Mezartaşı yazıları sanırım yaşam biçimiyle bağlantılı olarak değişiyor. Köylerde bir taş, bir agaç yetiyor gitmek için. Toprakla birlikte yaşayan, onun içine girerken de çok telaş etmiyor. Abartmıyor. Adı, biliniyorsa doğumu, ölümü bir de dua isteği... Basit, yalın.

Kentte iş değişiyor. Belli bir kimlik edinen onu umursamasa bile, en azından o kimliğin mirasçıları bunu ilan etmek gerektiğine inanıyor. Ya da örnek mezartaşındaki gibi yaşarken haykıramadıklarını gider ayak herkesin suratına çarpıp gitmek isteyebiliyor. Herhalde kimse,"tamam, benim işim bitti. Artık gidebilirim" demiyordur.  Yarım kalan işler, yarım kalan aşklar, yarım kalan hayaller... Gerçi çok az insan bunları hiç değilse mezar taşımda söyleyeyim diye düşünür... "aah Haticeee, yaktın beni! Gittin o hımbıla vardın beni de dırdırıyla yiyip bitiren Melahat'a kırk yıl mahkum ettin. Alacağın olsun!" diyen çıkmaz sanırım. Ya da bu vasiyeti yerine getirebilecek bir Melahat yoktur dünyada :) Olsaydı mezarlık gezileri düzenlenirdi... Ama yaşarken dürüst değiller ki, öldüklerinde olsunlar...

Badem ya da Erik ağacı meselesine gelince... Geleneklerimizde meyve ağıcı dikmek yok mezarlıklara. Gerekçesi de çok uygun bence... Sonuçta bedenimiz gübreye dönüşüyor... Tüm ikamet edenlerin çoktan toza toprağa dönüşmüş eski bir mezarlıkta meyve bahçesi bile yaparsın da... Henüz çürümeye başlamış et halindeyken DNA ları meyveye aktarmak pek mantıklı değil. Annenin DNA sını taşıyan bir eriği yemek ister miydin?

Sen en iyisi servi falan seç.. Ben çınar isterim :)

HİÇ BİR ŞEYE AKIL ERDİREMEDEN GİTTİ


Mezartaşı yazısı üzerine bir yazı yazmayı tasarlarken posta kutumda bunu buldum.
İnsanların giderken bile söyleyecek bir şeylerinin olması ilginç geliyor bana. Ki, benim de var.
Yazının başlığı...  Dünyayı tanımaya başladıktan sonra hiç kurtulamadığım bir duygu bu. Az çok herkes de vardır belki. Bilemiyorum. Ama insan bir yaştan sonra alışır, öğrenir, şaşırmaz, küçümser, güler geçer bazı şeylere... Ben de öyle olmuyor. Hala şaşırıyorum ve çok önemliymiş gibi sinirleniyorum. Herşeye. Amaaan bu da böyle bir şey işte, deyip geçemiyorum hiç bir haltı. Didişiyorum. Çoğunlukla kendimle... Ve bu yazının başlığındaki laf,  hergün  hatırlatıyor kendini . Bir arkadaşım da talip oldu aynı yazıya... Tamam al ama, telif hakkı benim...  Sen sonuna 2 ekle dedim. Şu an, hiç bir boka akıl erdiremeden gidecek iki kişi var bu dünyada...
Kimin umurundaysa... Olsun, ben söylemiş olayım yine de!
Siz ne diyeceksiniz giderken?
Benim en sevdiklerimden biri Gurdijef'in söylediği :
Hepinizi bokun içinde bırakıp gidiyorum! :)

10 Kasım 2010 Çarşamba

Negatiften kurtulmanın yolları...

Sihirli bir formül falan vermeyeceğim. Kendimce, bana iyi gelen bir yolu anlatacağım...  İnsanın işi kağıtla falan olunca, hele de o proje hayata geçmezse, koca koca kağıt kümeleri elinizde kalıveriyor. Geri dönüşüme atsan, o kadar emek verdiğin işi, hayallerini sokağa atıyormuşsun gibi geliyor... En güzeli, oturuyorsun bir köşeye, önüne alıyorsun o kağıt yığınını didik didik ediyorsun... Harbiden didik didik! Küçük küçük yırtıp, koca bir tencereye suyla beraber basıyorsun. Kaynatıyorsun... Bir gece de o suda bekletiyorsun. Ertesi günü blendera atıp (içine su koymayı unutmayın... bolca koyun. Kağıt suya bayılıyor) hamur haline getiriyorsun. Sonra bir tel süzgeçte bırakıp süzülmesini sağlıyorsun. Mis gibi kağıt hamuru... İçine tutkal... Sonra evdeki tabağı, çanağı streçleyip (isterseniz içine akrilik boya katıp renkli hamur da yapabilirsiniz) bu hamurdan parça parça alıp bastıra bastıra tabağa yayıyorsunuz. sonra unutun. Kuruması uzun sürüyor. kuruduktan sonra kağıttan çanaklarınız, tabaklarınız oluyor. Boyayın, süsleyin... Artık,kötü anıları olan proje değil. O keyif veren acayip bir şey :) Hediye için de uygun. Önceleri hangi proje olduğunu hatırlıyorsunuz ama, yıllar geçince, o da unutuluyor... Negatifi gömmenin daha iyi yolu var mı? :)))



Adını unuttuğum beni üzen senaryonun çay tabağı formuna dönüşmüş hali :) 


Bu da sonradan boyanmış bir küçük kase... 

İçindekiler ojeyle boyanmış minik taşlar...  Sizin negatif duygularla başetmek için gizli bir formülünüz var mı?


27 Ekim 2010 Çarşamba

sansür nerde?

Beynimizde... Kişiliğimizde... Karakterimizi yasaklarla oluşturduğumuz için, yasakçı davranmaktan başka bir yol bilmiyoruz.

Süperego, yetişkin anlamına gelen egonun bile önünde. Öyle olmasaydı, karar alan, uygulayan, hakkını savunan, hayatı düzenleyen ego bu denli karalanabilir miydi? "Çok egoist!" Neden? Çünkü benim dediğime katılmadı. İstediğini yapıyor. Sen neyi yapıyorsun? Toplum ne isterse onu. Özellikle de iktidar ne isterse onu. Çobanı seven bir milletiz. Hele de o çobanın sesi gür, kavalı nameliyse... Takıl peşine git. Kendi fikrini oluşturan, yetmezmiş gibi bunu dile getiren biri varsa sürüde...  -Kuuurtt! nerdesin? Yi bunu!

Büyük ölçekte durum bu... Küçük ölçekte de aynı. Aile içinde, işte, okulda, dernekte, sokakta, markette... Birileri yönetildiği varsayılan herhangi duruma eleştiri getirdiğinde "hakaret" olarak ele alınıyor. Tavsiye edilen  de SUSMAK.

Hele de iktidar gibi bir hasleti varsa bunu söyleyenin... Ona karşı gelmek bile "kaka" olmak için geçerli neden. Peki susan sizden yana mı?

Süperego, egoyu susturabilir. Cebir ve hile ile herşeyi yapar. Egosu gelişmeyen birey de kendini korumak için en iyi bildiğine sarılır. İD'e... annebabanın karşısındaki çocuk gibi tepinir. Tepkileri medeni olmaktan çıkar, hakarete ve vandallığa bile varır. Diyelim ki çocukça tepkiler gücü eline geçirdi. Bu kez roller tersine döner. Düne kadar çocuk olan, ebeveynini taklit eder, eski ebeveyn ise çocukluğuna sahip çıkar. Al sana dönme dolap gibi bir kısır döngü! Akıllı ebeveynler mi isteyelim yoksa birey olmayı başaranları mı? Ben ikinciden yanayım... Çünkü birey olan doğrunun nerde olduğunu görür ve kararını değiştirebilir. Bu yüzden dünyası yıkılmış gibi davranmaz.

25 Ekim 2010 Pazartesi

kurallar...

Aslında, öğütlerden çok akılda kalan kurallar oluyor...

Babamın en önemli kuralı, yemek zamanı herkesin sofrada olmasıydı. Eve geç kalan beklenirdi. Ama kimse,  aile içinde başkasına küs olsa bile o sofraya oturmamazlık edemezdi. Çünkü babam "sofraya küsülmez" derdi. Aileyi "ocak" temsil ediyorsa, bir araya toplayan da o ocakta pişen yemeğin olması ne kadar anlamlı değil mi?

Sohbetsiz yenmez ki yemek. Küsler bile barışmak için bahane bulurdu o sofrada. Babamla bir ay boyunca hiç konuşmadığımızı hatırlıyorum. Sonradan ikimiz de neden küstüğümüzü hatırlamamıştık :) Hala hatırlamıyorum. Ama her öğün aynı sofraya oturduk. Ben bir aile kurmadım. Aile sahibi olabilecek bir kardeşim var. Umarım bu kuralı kendi ailesinde de uygular.

Not: Ceksın, üzülme, iklim değişiyor, o öğüt geçersiz hale gelecek yakında zaten. :)
İncir6, anneni dinle... :) en azından bir kez, onu dinlediğini gösterip kadıncağızı mutlu et. Makyaj yapıp ziyaretine git :)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Öğütler...

Geçen gün bir polisiye dizi izlerken rastladım... polis, arkadaşına annesinin ögütlerinden söz ediyordu.  Adı "Annenin Yeri" olan bir yerde yemek yeme, doktorla kumar oynama, derdi seninkinden büyük olan biriyle yatma...

Düşünen ve matrak bir kadınmış... Senaristin marifeti olsa bile... İlginç. Annem bana ne söyledi diye düşündüm sonra. En sevdiğim laflarından biri "Kapalı avuca bir şey veremezsin". Her türden ilişkinin püf noktası... Karşındaki kabul etmediği sürece hiç bir şeyi kabul ettiremezsin. Basit ve çok doğru.

Hatırladığım diğeri, "Canının istemediği şeyi yapma, istemediğin yere gitme". Bu lafı çok sevdim ve uyguladım. Gerçi bu yüzden epey kavga ettik kendisiyle, ama napiim... Öğretmeseydi! Onun söyledikleri için de uygulayacağımı hesap edemedi demek ki. Bunda benim suçum ne? Hem laf dinle derler... Sonra da inatçı, dik kafalı!

Babam "şu zıkkıma alışma" demişti sigarasını gösterip. İçtim. "Madem içiyorsun, sabah kalvaltıdan önce içme" dedi... Yataktan kalkana kadar üç tane içiyorum.

Annemle çoğu zaman geçinemezdim ama onu dinlemişim... Babamla çok iyi anlaşırdım, hiç iplememişim. Vay canına!

Sizinkilerin öğütleri nelerdi? Neyi tutunuz, neyi iplemediniz? Bir düşünün bakalım. Hatta yorumlara yazın... Merak ediyorum.

18 Ekim 2010 Pazartesi

özgürlük...

Diyanet işleri başkanı  Ali Bardakoğlu dini vecibelerle, laiklik ve siyaset üzerine eşsiz görüşlerini anlatıyor NTV de... Özgürlüktür diyor, esas olan özgürlüktür... Artık tartışmayalım, icraat yapalım. Ne güzel!

Böyle düşünen bir insan neden Çanakale'nin Denizgöründü alevi köyünde cami açılışı yapar?

Herşey bir yana ben köyün adına bittim! Denizgöründü...

Gözü ufka dikmekte yarar var!

17 Ekim 2010 Pazar

Yaptııııııııım!!!!!!!! Başardıııııııııım!

Azim ile sıçan, taşı delerimiş :))))))))
Salkımsöğüt'ün dediği gibi "ona değmiş buna değmemiş" yaparken, işler uzadı... Sonunda kumanda panelindeki Tasarım'ı açtım... Gagdetları karıştırdım... Anacım orda duruyorlar işte. Ne maharet istiyorsan, ahanda ordalar... İki tık tık, bir kaydet... aaa en aşşada kaldı... Dön yine geriye, al ordan commenti yukarıya sıkıştır... al ordan geniş geniş duran izlediğim blogları istediğin yere sıkıştır... Oh be... iki dakka!

At Tut Serbest! Bu sana kapak olsun :))) (Tabii orda yüzlerce yazar var, alınmayın, kapağı Caner'e sunuyorum :))))))

Salkımsöğüt saol, senin sayende kendime kıl oldum da çözdüm şu olayı... Daha bir sürü kıl, tüy var o sayfalarda... onlarda da gözüm var.. şimdilik bugünkü şenliği küçültmeyeyim diyorum... Sırayla el atarım...
Sen yine bir şeyler karıştırmışsın... yok nar dekupesi falan... Kışkırcam belki ama, nasıl yaptığını anlamadım ki... O yüzden sakin sakin duruyorum şimdilik... :))

15 Ekim 2010 Cuma

Kendime kıl oldum!

İzleyicilerim yüzde doksandokuzu tanıdık. Bir tanımadığım Salkımsögüt var... Allah bilir oda tanıdıktır da, çaktırmıyordur... Bilmiyorum. Durup dururken günahını almayayım. :)  Hoşgeldin, aman da yeni blog açmışsın, hayırlı olsun kardeş demeye gidemeden, blogunu tırım tırım aranıp da bulamadığım özellirlerle döşemeye başlamış...

Ey ulu tanrım! Ben niye beceremiyorum bu İZLEDİĞİM BLOGLARI bloğumda gösterme  işini? Çok sorulan salak sorular bölümünde buldum oysa bunun cevabını... yapmaya çalıştım, google aboneliğin yok diyor hazret. E ne bu güzelim? Bi annat, bi yol göster de olalım... Yok! Aboneliğin yok sen bi bok yiyemezsin deyip bırakıyor.

Acaba benim seçtiğim bu dandik şablon mu desteklemiyor bu özelliği? Artık ortaya atıyorum bu sorunu... Bilen varsa gözünü seveyim bana bir ööretsin yaa... El yordamıyla bu kadar oluyor! Bir başka blog sahibine daha sordum, o da "SEN ÖĞREN BANA DA ÖĞRET" dedi eksik olmasın. Yorumlar da aşağıda bıdık bıdık duruyor... Bazen görmüyorum bile... Onların da şöööle sağ tarafta dizim dizim olmasını istiyorum... O nasıl olacak? (Bi kendine güven var bende de... maazallah! Sanki millet sıraya girdi yorum yapmak ve okumak için )  E, var napiim! Kıl olun! :))))

İşte! nazlı misket...




Ne diyeyim? Kırmızı ona çoook yakışıyor!

Konuk oyuncu: misket :)

       Yakışıklı değil mi?  Ama bir terslik var... Ne zaman onun resimlerini yüklemek için harekete geçsem, resim yüklenmedi... Aklımın ermediği bir teknik sorun yaşandı... Bugün önce resmi yükleyeyim dedim, başardım ama bu kez yazılar bir tuhaf yazılıyor ve yüklediğim resim ortadan kayboldu :)))) Kedilerin günahını alanlara bir hatırlatma yapalım şurdan... Kara kedi olaydı, hemen uğursuz derlerdi... Bakın akça pakça... doğuştan masum... Gerçi kendini beyaz diye yutturuyor ama burnunda göğsünde ve kuyruğunda muhteşem siyahları var... Annesini mi kandırıyor ne? :)))

Gerçekten bir sorun var...  Kendini göstermek istemiyor... ikinci resmi  bile yükleyemedim...  Tamam... Bu da böyle bir şey olsun...  O boncuk gözler belki beklenmedik bir anda blogda ortaya çıkar... falan filan... bu yazıyı yayına vereyim... sonra resimleri tek tek yükleyeyim...  Deneyelim bakalım...                                                                                                                                              

8 Ekim 2010 Cuma

Aklımın ermediklerinden...

Erse, ya kıl olacağım ya tüy dikeceğim, ama ermiyor. Türk TV tarihinde ikinci kez oluyor sunucunun gafı yüzünden işinden olması. Aklımın ermediği bu değil... Dünyanın heryerinde sanırım densizlik eden işinden oluyordur.
Alevilerin gücü şaşırtıyor beni. Ve güçsüzlüğü...
Önyargılı, kötü niyetli çıkartılmış bir lafın ulu orta gülmece malzemesi yapılmasına haklı olarak karşı çıkıyorlar. Hırsla kanal önünde gösteri yapıp taş atıyorlar... İstediklerini alıyorlar. Daha önce bir dizide köpeğe konan bir isim yüzünden aynı gösteriyi yapmışlardı. (Hayvanlara konan isimler ayrı yazı konusu olur. İnsan, sevdiği bir varlığa sevdiği birinin ismini neden koyamaz? bunu da anlamıyorum) İsim değişti, protesto ettikleri sunucular işlerinden oldu, programlar ortadan kalktı. Demek ki güçleri var. Demek ki, bu toplum onların duygularına karşı hassas. Bunlar güzel... Haklarını almaları da güzel.

Peki aynı hırslı, şiddetli tepkiyi neden yıllardır istedikleri reformlar için göstermiyorlar?
Neden yürüyüş bile yapmazlar din dersinin seçmeli olması için?
Neden Cem evlerinin ibadethane olarak görünmesi için eylem yapmazlar meclis önünde?
Toplum onların hassasiyetlerine bu denli hassassa bütün bu istekleri neden görmezden gelir?
Neden kendi TV kanallarını kurmazlar? Neden kendi gelenek,görenek ve adetlerini toplumla paylaşmazlar da bu safsata lafların ortalıkta dolanmasına izin verirler?

Neden hala susuyorlar? Ötekileştirmeye karşı bunca mücadelenin verildiği, kirli çamaşırların tek tek ortaya döküldüğü  bugünlerde bile köşelerinde oturuyorlarsa, belki  o kadar da ötekileşmediler ya da o kadar gizlilik ustası oldular ki, nasıl ortada olunacağını unuttular.

Aklım ermiyor belki tepkilerine ve tepkisizliklerine ama, takılıyor. Belki doğuştan kendimi "öteki" hissettiğim için, tüm "ötekileştirilenlerle" empati kurabiliyorum. Onlar adına, onlar için kızıyorum bir şeylere.... Ve birilerini kıl etmek istiyorum... Onu, şunu, bunu... hedef çoğunluk olan... hedef iktidar olan...  belki de hedef tam da onlardır. Yani ötekiler... Yani kendisi için bir şey yapmayan... Ufak ödüllerle yetinip kendini güçlü sanan...

Al işte, yine kıl oldum ama, kime olduğumu bile bilemedim...
En iyisi kendime kıl olayım! Sana ne be! Herkes mutlu! Sana ne!

6 Ekim 2010 Çarşamba

anket

Yazar Marcel Proust kedisi, gri tüylü Chartreux kedisi Tabby tarafından yanıtlanan anket:

Sizin için en büyük talihsizlik nedir?
Uykusuzluk

Nerede yaşamak istersiniz?
Burası gayet iyi.

Sizin için kusursuz dünyevi mutluluk nedir?
Güneşin altında uyuklamak.

En başta hangi hatayı affedersiniz?
Havlayan köpekleri. Havlamamak ellerinde değil.

En sevdiğiniz roman kahramanı kimdir?
E.T.A. Hoffmann"ın "Mur kedisi", Ludwig Tieck'in"Çizmeli Kedis"si ve Natsume Söseki'nin "Ben, Kedi"si.

Tarihte en sevdiğiniz şahsiyet kimdir?
Winston Churchill, kedisinin masayı kurmasına her zaman izin vermiştir.

Gerçek hayatta en sevdiğiniz kadın kahraman kimdir?
Kedilerle ilgili durumları destekleyenlerin hepsi... Eva Demski, Elke Hiedenreich vb.

Edebi eserlerde en sevdiğiniz kadın kahraman kimdir?
Bremen mızıkacıları'ndaki kedi. Bulgakov'un Usta ve Margarita'sındaki siyah kedi, Marlen Haushofer'in Duvar'ındaki gri kedi.

En sevdiğiniz ressam kimdir?
Cornelius Saftleven (1666 da ilk kez bir kediyi tek başına resmetti. B.F. Dolbin (Axel Eggebrecht'in Kediler
kitabının çizeri) Gottfried Mind,İsviçreli "Kedi Raffael", Michael Sowa,Theophile Steinlein.

En sevdiğiniz bestekar kimdir?
Domenico Scarlatti (la fuge du Chat)Franz List (Die Katzenfuge) Giacomo Rossini ( Das Katzenduett)

Bir erkekte en çok hangi niteliklere değer verirsiniz?
Dakik beslenme, dakik oyun saati.

Bir kadında en çok hangi niteliklere değer verirsiniz?
Yatağında kedinin yatmasına müsaede etmesine...

En sevdiğiniz erdem nedir?
İnatçılık

En sevdiğiniz uğraş nedir?
Kestirmek, uyumak, dinlenmek, yemek yemek, halı tırmalamak.

Başlıca özelliğiniz nedir?
Özgür irade

Arkadaşlarınızda en çok neye değer verirsiniz?
İnatçılığıma hoşgörü göstermeleri.

En büyük hatanız nedir?
????????

Mutluluk hayaliniz nedir?
Otomatik olarak doldurulan çerez makinesi.

Sizin için en büyük felaket ne olurdu?
Başka bir kedi daha...

NE olmak istersiniz?
Saçma bir soru: Bize zaten tanrı gibi tapınılıyor.

En sevdiğiniz renk?
Tekir

En sevdiğiniz çiçek?
Kedi nanesi

En sevdiğiniz kuş?
Karatavuk, iskete kuşu (Aslında hepsi lezzetlidir)

Gerçek hayattaki kahramanlarınız kimlerdir?
Downing street No.10 daki Chery Blair'in oturma hakkını elinden aldığı edi Humphrey ve Bill Clinton'ın kedisi Socks (aman Tanrım! İşi çok zordu)

Tarihteki kadın kahramanlarınız kimlerdir?
Sözde cadıların kedileri

En sevdiğiniz isimler?
Willi, Tabby, Pumin

En çok neden nefret edersiniz?
Soğuk, kar, karıncalar

En çok hangi tarihi şahsiyeti küçümsersiniz?
Blondi (hitler'in köpeği)

En çok hangi askeri güce hayransınız?
Çoban köpeği siperini teslim alan kedi. Bunun bir resmi de var.

En çok hangi reforma hayransınız?
Gallr kralı İyi Howel 936'da kedilerin öldürülmesi ve çalınmasını cesaya tabi tutan bir yasa çıkartmıştı.

HAngi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Konverve açacağını kullanabilmek

Nasıl ölmek istersiniz?
Dokuz canımı da tükettiğim zaman.

Şu anki ruh haliniz?
Her zaman huzurlu

Özlü sözünüz nedir?
Canlı bir kedi ölü bir aslandan iyidir!

Kedi Hikayeleri, Derleyen: Julia Bachstein, YKY yayınları

2 Ekim 2010 Cumartesi

Kızların yaşadıkları evler...

Evle ilgili yazılarımı gözardı ettim... Devam ediyorum...

Barınaklarımız mağara, saz kulube, ağaç evi, sal evlerle başladı ve bugün az hallicelerine dönüştü. Artık nohut oda, bakla sofa, mercimek mutfak, börülce banyolarda yaşıyoruz.  Hububat evlerimiz ise sefertasında.
Kızlar ve erkekler atalarına toz kondurmazlar, hep toz alırlar ve tapınırlar. Ama atalarının iyi yaptıklarını bugüne taşımazlar. İşlerine geleni alır diğerlerini unuturlar. (ama onlar neden işlerine gelir bilinmez, sorsanız da açıklayamazlar zaten)
Kızların çoğu, ömürlerinin yarısını harcamalarına rağmen geniş ve aydınlık mutfaklara sahip değildir. Çünkü o evleri erkekler yapar. Erkek aşının önüne gelmesiyle ilgilenir ama nerde, nasıl yapıldığıyla ilgilenmez. Karanlık bir oyuk neyine yetmiyor? Mimar olan uslu kızlarımız da aynı fikirdedirler. Onlar yemek yapmanın erdemsizlik olduğunu varsayıp babaları gibi davranır. Eskilerin sandık odaları neyine yetmiyor evde oturan salakların değil mi ama?

Oysa ateşin ve ocağın tek sahibi kızlardır. Ateş kutsaldır. Ocağın yanık tutulmasından kadın sorumludur. Ateşin bekçileri ise kadınlardır. “ocağım söndü” deyimi büyük kayıpların karşılığıdır.

Mutfak mutluluğun kaynatıldığı, kotarıldığı ve pişirildiği yerdir. Ve evin en güzel manzarasına sahip salonuyla aynı haklara sahip olması gerekir.  Mutfak üretimin, temizliğin, ağıztadının olduğu yerdir. orda sadece aş kotarılmaz; orda sorunlar çözülür.
Kızlar birşeyleri temizlerken, ovarken düşünürler. Çoğu farkına bile varmaz. Belki böylesi daha makbuldür, bilinmez. Mutfakta iş yaparken birileri uğrar, ayaküstü, dolandırmadan sorunlar dile getirilir. Uğrayan cevabını alır ya da yükünü bırakıp gider, kalan evirir, çevirir düzenler, tuz ekler, biber ekler, yoğurur, açar, yorulur  ama mutlaka sonuç alır.
Mutfak kaçılan, sığınılan sıcak bir yerdir. Ilık ve nemlidir. Ana rahmi gibi… Rayihası, aroması vardır. baharat, temizlik, kahve, kokar. Hayallere, anılara  kapı açan rayihalar… Hiçbir mekan ve zamanda yazılamayanlar mutfakta, musluktan akan su gibi berrak ve gürültülü akmaya başlar. orda farklı renkler, farklı desenler gizlidir. Zaman farklıdır. Mutfakta zaman renktir, lezzettir,kıvamdır. Böreğin üstü kızarır. Haşlanan fasulye dişe tam kıvamında dokunur. Çayın dibe çöküp demlenmesidir mutfaktaki zaman.

İşte böylesine değerli zamanlar, aydığınlığa bakan,(aydınlık denmesi acı bir ironidir, aslında karanlığa bakar) yapay ışığa mahkum, dolapları yetersiz, oturulup bir kahve bile içilemeyen dar, küçük tabutluklarda geçer.
Uslu, küçük mimar kızlar, kızkardeşlerine, annelerine, ablalarına, arkadaşlarına ve hatta kendilerine bu evleri armağan ederler.
Oysa Tanrı ayrıntıda gizlidir. (Orada gizli olan şeytandır diyenlere aldırmayın, kaba saba yaşamayı marifet ve tanrısal bir şey olarak göstermek isteyen gerçek şeytanların oyunudur bu J)
Ayrıntı yaşamın ta kendisidir. Yaşamak riski göze almaktır. Uslu kızlar riskleri sevmezler. Onlara öğretilenle yetinirler. Uslu kızlar ezbercidir. Ezber ise kısa vadeli bilgi demektir. Taklit ederler. yaşadıkları evlerin, zevksizliği karbon kopyayla çoğaltılır. İşe yaramazlık hayatımızın temel taşı oluverir.
Dantelli raflar yapmaya mecbur kalır güzelliğe aşık kızlar. Çünkü maydanoz yetiştirecek güneşli bir pencereleri bile yoktur. Mutfaklar yere serilen kilimlerle evin uzantısı haline getirilmeye çalışılır. Çünkü oturacak tek bir sandalye bile sığmaz.
Mutfak sanayii de gelişiyor kuşkusuz. Gerekli gereksiz tüm alet edavatı içine alacak yeni dizaynlar, geniş mekanlar yapılıyor. Aynen bir labaratuar soğukluğunda. O mutfaklarda mikrodalga fırın kesin koşul olarak var olmalı. Çünkü üç dakikada ısıtılıp, pişirilip 5 dakikada yenmeli ve kaçılmalı. Sonra diyetisyenlere koşulmalı...  Bence farkında değiller; düşü olmayanın aşı tatsız olur.

kızımı çok özledim....


Dünyada kapladığı yer ne kadar küçük... Arkasında bıraktığı boşluk ve özlemin büyüklüğüyle ters orantılı...  Ben bu tüylü göbeği öpmeyi çok özledim...

1 Ekim 2010 Cuma

Parka...

Sonbahar... Sabah uyandığında güneşli bile olsa, devamına güvenemeyeceğin havalar geldi... İki kez günlük güneşlik havada çatır çatır gürleyen, gözüne gözüne çakan şimşeklerden sonra, siyaha kesen bulutların indiriverdiği yağmurdan Griffitvari "sondakika" kurtuluşu yaşadım. Çantada her-daim-yanında-olmasında-yarar-olan yağmurluk taşımaya başladım...

Ama bir başka sorun da "ne giyeyim?" sorunu. Terletmeyecek kadar hafif, üşütmeyecek kadar tok ceketlere ya da benzerlerine ihtiyaç var.

Bu sabah gözümü açtığımda hava bulutluydu. Dışarı çıkmak istiyordum ve olmadığını bile bile canım ince bir parka  istedi. Neden diye düşündüm sonra? Neden parka?

Sistem askere dair herşeye böylesine karşı dururken, neden parka?

Siviller sistemin "koruyucusu" olan kurumun giysilerini giydiğinde pek de öyle algılanmıyor. Belki bu sadece bizde böyledir. Bilmiyorum. Amerika'da,Avrupada bunun kodu değişik olabilir. Askeri malzemeyi kullanmak "yandaş" anlamına gelebilir. Kafatasçıların seçimi olabilir oralarda...  Gerçi onların rengi siyah, böyle de bir ayrıntı var...

Deniz Gezmiş'in Şarkışla'da yakalandığı fotoğraf geliyor gözümün önüne... Yanında duran iki askerle birlikte... Hiç kimse onların arasında benzerlik kurmadı. . Deniz'in üzerinde duran "parka"nın kimliği farklıydı....
Sistemin içinde olanla, sistemiin dışında olmayı tercih eden arasındaki "görünüm" benzerliği kimseyi yadırgatmadı. İrkiltmedi... Hatta tam tersine kimliği belirten bir akım oldu.  Sistemin içindeki parkalılar, yönetime el koyunca, ABD ideolojisiyle birlikte malları da artık pazarda bile satılmaya başlandı. Kimlikler de "moda"ya uydu. Şimdilerde "marka"lar kimliğini belirliyor. Sisteme ne denli entegre olduğunu, etiketinle göze sokuyorsun, o da senin fiatın oluyor...

Benim sistemle ilişkim, dengesiz. Bazen içine alıyor beni, ama çoğunlukla türüküp atıyor. Ne marka oldum, ne de markalara uyumlu...  Bu aralar yine sistemde bir gedik açıp içine sızmaya çalışıyordum ki... Markalar önüme geçti... Bunu bilmezsin, görmezsin, ama illaki hissedersin. İçindeki şeytan burnunu gıdıklayan tüy gibi dürter seni... 

Sabah uyandığında hava bulutludur, serindir. Bazısı böyle durumlarda anasının rahmine dönmek ister... Anasının rahmine dönme sendromunda olamadım bir türlü... Ben parkaözler sendorumuna yakalandım.
 Parkanın Deniz'in üzerindeki kimliğine sığınmak istiyorum. 

Bu aralar sistem yine beni tükürmeye hazırlanıyor ve benim canım parka istiyor.

Ya da ne bileyim, herşeyi sittiredip anamın rahmine dönerim. Henüz,  beni doğurduğunu unutmamışken...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Kadıköy Belediyesi'nin hobisi: geri dönüşüm

Üç dört ay önce başladılar bu hobiye. Aman bir şirin ki geri dönüşümlü çöpler için verdikleri karton kutucuklar... Görmelisiniz. Oturduğum apartman 36 daireli. İki tanecik verdiler onlardan. İçinde kulanılacak şeffaf torbayı bile düşünmüşler sağolsunlar. 

Her türlü plastik, şişe, kağıt, toplanacakmış. Ne güzel değil mi? İki daire, elindekileri "aman çevreye zarar vermesin hemen atıvereyim şuraya" dese, üçüncü daire ayazda kalır. NETEKİM, kaldık. Çünkü bu çöplerin havaleli olduklarının farkında değil belediye. Bu işe kalkışırken evdeki eşlerine bile sormamışlar, bir evden ne kadar geri dönüşümlü çöp çıkar diye. Üstelik bir de, "hanım getir bakalım şunları yav, ne kadar yer tutar ki bunlar?" dese, saçını başını yolardı "Ulan biz ne halt ettik bu kutularla? Hadi hepsini toplayın geridönüşüme atalım. Adam gibi yapalım şu işi." derdi. Herhalde derdi yani... Eşek değil ya!

Bazı apartmanlar geri vermiş kutucukları. Kimse de itiraz etmemiş. Neden etsin? Ciddiye almıyor ki yaptığı işi. Dostlar alışverişte görsün diye yapıyor. Hobi olarak yapıyor.

Yurtdışına hiç çıkmadım, iddia edemem, ama, okuyarak edindiğim bilgiye göre. Çöpünü evinde geri dönüşüm için ayırmıyorsan ceza yiyorsun.

Bizde "De get! Seninle mi uğraşcam uyuz!" deyince akıllı oluyorsun. Harbiden akıllı. Benim gibi kafaya takmamış...  "Kafama taktığım tek çevre aha da bu tülbenttir!" diyor. Böyle belediyeye böyle vatandaş.

Çöp toplayıcılara acıyanlar var bir de... Onların ekmeğini kesiyormuş Belediye. Niye tasalanıyorsun? Adamların depoları, kamyonları bile var onları taşımak için.   Benim bisikletim yok be! O vergi bile vermiyor, ama zararını ben soluyorum.  Takım elbiseyle mi toplayacak çöpü? AYrıca çöplere attığımız pet şişelerin, çakma gıda, kimyasal madde yapanlara satılmadığını nerden biliyoruz? Bari çöpe atarken dibini del de öyle at. Sonra o şişe çocuğunun eline dönmesin yeniden.

Yine de bu elemanlar belediyeden daha sıkı çalışıyor.  Belediye bu geri dönüşüm kutularını haftada bir gün gelip boşaltıyor. Nazar boncuğu benden onlara! Uyanamadılar... Millet sıkıldı normal çöpe atıyor artık elindekini.

Madem iyi çalışıyorlar. Yasal hale gelsinler. Belediyeye çalışsınlar. Vergisini al, çöpü de onlardan al. Bizi de böyle karton kumbaralara mahkum etme belediye!

Belediye seçimlerinde parti kollandığı için başımıza geliyor bunlar. Adam gibi adamlar seçilemiyor.(var mı ondan da emin değilim ama...)  Emekli de olmuyorlar. Onlar geri dönüşüm mavalı uydururken ben gerginleşiyorum.

 Gel de KIL olma!

Haksız mıyım?

14 Eylül 2010 Salı

Spor programları arttırılsın!

Sabah programları halt etmiş!
Herşey varmış içinde bunların yahu... Ben neden bu kadar geç keşfettim?
Resmen dedikodu yapıyorlar,birbirlerine laf sokuyorlar, bağırış, çağırış... Ama dışardan biri laf atarsa, kırk yıllık kanka oluveriyorlar... Bir hareket, bir bereket...
İstihbarat, entrika, tehdit, çok bilmişlik, şişkin ego, ağır abilik durumları falan... Herşey var. Ama artısı da var, bunlar kahkaha atmayı da biliyor.
Espri  var... Ya da onlar öyle zannediyor. Anılar, umutlar, gündemdeki sıcak olaylar...

Televizyonlar sabahtan akşama kadar bunları perakendeci mantığıyla veriyor.
Oysa onlar, 32 kısım tekmili birden! Helal!

Bundan sonra spor programlarını izleyeceğim. Türkiye orda! Gelecek orda! Tek eksik, göbek atmıyorlar.
Belki onu da sabah programlarından konuk çağırarak hallederler... Tadından yinmez o zaman...

TV lere önerim:  Bu programlar arttırılsın. Diziler kaldırılsın. Haberleri bile bu abiler sunsun. Ama her haber için illaki yorum yapsınlar. Bu abiler herkesi tanıyor, hepsini anlatıverirler bir bir... Biz de onlara inanırız. Kime oy vereceğimizi de biliriz. Hangi filme gideceğimize de...
Başka program istemem gari.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Geçmiş referandumlar ve sonuçları...

9 Temmuz 1961 (1961 Anayasası)  Katılım: % 80.7 Evet: % 61.7

7 Kasım 1982 (1982 Anayasası)  Katılım: % 90.32 Evet: % 91.37

6 Eylül 1987 (Siyasi Yasaklar)  Katılım: % 94.6 Hayır: 11.636.395 Evet: 11.711.461
 
25 Eylül 1988 (Yerel seçimler)  Katılım: % 88.82 Hayır: % 65 Evet: % 35

21 Ekim 2007 (Anayasa değişikliği)  Katılım: % 67.49 Evet:19,403,987 H: 8,738,794

12 Eylal 2010 (anayasa değişikliği Katılım . % 77 Evet : %58  Hayır: %42
Oranlar Cafe Siyaset sitesinden alındı. Sonuçlar ilginç değil mi?
Bence halk daha zor ikna oluyor artık. Ya da esprili bir dille söylersem, darbeciler halkı ikna etmeyi, politikacılardan daha iyi başarıyor :)))
Ama şöyle bir gerçek de var... BDP referandumu boykot etmeseydi, evet oranı daha fazla çıkardı.

Hayırlı olsun diyelim.

12 Eylül 2010 Pazar

siz hiç bir martıyı okşadınız mı?

Balkonumda duran bu bebek (!) yolda topallayarak arabalardan kaçarken görüldü. Takip edildi. Yoldan geçen bir adama rica edilip yakalandı ve veterinere götürüldü. Kafesteki kedilerin içi gitti o ortalıkta sekerken... Orası burası kurcalandı, incelendi, önemli bir hasar bulunamadı. Ama bir kutu bulunup elime tutuşturuldu. Çünkü onu bakacak yerleri yoktu.

Balkonuma konuk oldu. Ne verdiğim ekmeği yedi ne de su içti... Annesinden besleniyordu herhalde bir gün öncesine kadar. Yuvadan uçmaya karar verince ya kendini atmayı beceremedi ya da  inişi... Mahzun melül  bir köşeye çekildi, ama bir gözü hep içerdeydi. Hareketlerimi izledi, balkona çıkıp çiçekleri sularken, tedbiri elden bırakmayıp kıyılara köşelere kaçtı. Gece olunca büyük saksının dibine çöküp uyudu. Hiç sesi çıkmadı.

Sabah olduğunda nasıl olduğuna bakmaya gittim ve önünde durduğu cam güzellerini afiyetle mideye indirdiğini ve hazmettiğinin kanıtını yeşil damgalar halinde yere bıraktığını gördüm. Annesine saygılarımı sundum ve çiçeklerimi kurtarmak için ekmek keyfini bilmeyen bebeğe bisküvi sunmaya çalıştım. İki ayağının üzerinde durmaya başlamıştı ve bu da onu telaşlı yapmıştı nedense. Balkon demirlerinin arasından geçmeyi hesaplıyordu. Cesaret edemedi. O kaçma stratejileri geliştirirken, dalgınlığından yararlanıp okşadım. Hayret! Kaçmadı. Onun için de yeni bir duyguydu, benim için de... O tehdit edici bulmadı.  Bense bayıldım!
Gözü dışarda olan birini dört duvar arasında tutmak zalimliktir. 
Onu tutup duvarın üzerine koydum. İleri geri yürüdü... Bana baktı...  O muhteşem kanatlarını açtı ve süzülüp gitti.
Önümüzdeki yıl, yine yollara çıkıp martı yavrusu toplamayı düşünüyorum :)

11 Eylül 2010 Cumartesi

referandumun sonuçları belli: hepimiz kaybettik!

Kaybeden insanlık mı, herkesin peşine düştüğü ama bir türlü kavramadığı demokrasi mi bilmiyorum. Kesin olarak bildiğim bir şey varsa, kaybettiğimizdir.
"Hayır"cılar da kaybetti "Evet"cilerde...
Çünkü birbirlerini kabullenemediler.
Birbirlerini darbeci, vatan haini, satılmış, yobaz, laikçi faşist, liboş, yeni cumhuriyetçi, yurtsever, vatansever, askersever, askersavar, türk, kürt, alevi, sunni, rahibe, ve aklıma gelmeyen bir sürü sıfatla etiketlediler ve rafa kaldırdılar.
Kendilerinden olan ve olmayanları mimlediler. Bunu yukarıda sayılan sıfatlar adına yaptılar... Bir başkasının kendinden farklı düşünmesine tahammül göstermeden... Arkadaşlıklar bile bozuldu... Taraf olmak marifet gibi göründü. Hayat o tarafın üzerine inşa edildi. Karşına aldığın tarafı yok sayıyorsan, sen hangi demokrasiyi savunuyorsun?
Kendin için istediğini benim için istemiyorsan... Savunma hakkımı saldırı olarak görürsen...
Kişisel olarak sevmediğim yazarlar var. Duygusal olarak onlara küfür de edebilirim. Sevmediğimi söylerim. Okumak zorunda değilim. Ama onların yazma özgürlüğünü savunurum. İbadet, dil ve yaşama hakkını herkes için savunacağım gibi...
Ama bazı insanları sevmediğim için etiketlenmeyi kabul edemem. Onun kendini ifade özgürlüğü, benimkinin garantisi. Benimki de onun...

İnsan ilişkilerinde başarılamayan ve temelinde hoşgörü, aykırı olana saygı olan demokrasi, sosyal hayatında böyle bir geleneği olmayan bir yerde nasıl yeşerir? Yasalarla mı? Polis ya da askeri güçle mi? Tek adamla mı? Ben istiyorum, öyle olacak tavrıyla mı? Bertaraf ederek mi? Bitaraf ederek mi? Yok sayarak mı?

Biz bu demokrasi savaşını çoktan kaybettik.

13 eylülde sonuç ne olursa olsun, herkes etiketini alıp köşesine çekilecek ve bir başka etiketliyi ortadan kaldırmayı düşleyecek. Birarada yaşamayı değil...

Geçmiş olsun!

10 Eylül 2010 Cuma

bu bir sonbahar manzarasıdır :)

Günlük güneşlik bir gün var dışarıda...  Sıkı da bir poyraz. Sohbahar geliyor. Ağaç diplerindeki yapraklar çoğaldı. Henüz evlerin içi soğumadı ama, yakında dolaplardaki battaniyeler koltukların üzerine alınacak. Televizyon izlerken, kitap okurken ya da el işleri yapılırken dizlerimizin üzerine serilecekler. 
En çok kedim sevinecek battaniyeli günlere...  Ve böyle tatlı görüntüler çıkacak ortaya :)  İşte,  geçen sonbahardan bir an...

7 Eylül 2010 Salı

Erkekler ağlamasın!

Gözünüzü seveyim ağlamayın artık be!
Meğer ne sulu gözmüş bunlar. "Erkek adam ağlamaz" lafına inanan kalmadı mı artık?
Ekranda ağlamayan, sıkı duruşlu, erkek kalmadı. Kimi görsem,  bağırıyor, şiir okuyor, slogan atıyor sonra başlıyor dudak titretmeye...
Pes! Ne biçim gaza getiriyorlar kendilerini.
Meclisin tamamı ağlıyor. İktidar da muhalefet  de ağlıyor...
Bu arada halkın anası ağlıyor!  O ayrı konu...
Şarkıcılar ağlıyor. Sunucular ağlıyor... Ağlayamayan,  direkten dönmüş havasında. Sabah programlarında herkes ağlıyor. Artık acıyla, gösteri birbirine girdi.
Gerçek acının karşısında susan beni daha çok etkiler oldu. Ama onların raitingi yok.
İklim değişikliğiyle yağmurun debisi arttı ya,  gözyaşları buna mı endeksli acaba?
Şiir okuyup ses titreten, gözünün kenarından yaş akıtan, duygularımı değil midemi kaldırıyor sadece.
Kadının ve arkeğin acısının ve gözyaşlarının gizli olduğu zamanları özler oldum.
"içinizdeki kadını keşfedin ve ağlamaktan korkmayın!" diyen kim bilmiyorum. Ama ona acayip kılım. Haberi olsun.

5 Eylül 2010 Pazar

kıl oldum

geçen ay evime izinsiz girip gözden kaybolmayı başaran ve on gün birlikte yaşamak zorunda kaldığım çekirgenin; evden atıldıktan bir hafta sonra, pencereyi tıklatıp  taciz etmesine...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Aklım ermiyor...

Aklım bir çok şeye ermez ama, ölüm orucuna hiç ermiyor.
Adi suçluların asla kalkışmayacakları bir eylem bu. Anlaşılır bir şey...
Sistemle sorunu olanlarla, sistemin de sorunu var. Bu da anlaşılır bir şey...
Sistem ve sorunu olanları tartışmayacağım ya da birinden birini savunmayacağım.
Benim derdim, karşı olunan herhangi bir sisteme sisteme karşı seçilen eylem türü,  ölüm orucuyla...
Ne amaçla yapılıyor? Sistem zaten "seni" ortadan kaldırmak istiyor. Sen ona inat yaşamayı seçeceğine neden onun ekmeğine yağ sürüp kendini öldürmeye kalkıyorsun? Aylarca kendine, bedenine, ruhuna işkence edip kendini ortadan kaldırıyorsun? Sistemin çok mu umurunda olduğunu sanıyorsun?
Sistemi; yaramaz çocuklarını cezalandıran ebeveyn gibi mi görüyorlar?
"Bakın bana anne, baba... Siz beni cezlandırırsanız ben kendime daha çoğunu yaparım. Hadi beni kollarına al, beni affet. Yanlış yaptığını söyle. Özür dile" mi demek istiyorlar?
Medyada adı çok geçmiş, belli bir kurumu temsil eden kişilerin, gerek suçlandıktan sonra, gerek bazı toplumsal olayları protesto etmek için ölüm orucuna (gerçi böyle durumlarda da adına ölüm orucu denmesi tuhaf) açlık grevine gitmeleri anlaşılır. Toplumun vicdanına seslenmek için, ortalık yerde durup ilgi çekebilirsin.
Ya ölen, sakat kalan gencecik insanlar? Onlar hangi zaferi kazandılar? Kim kazandı?
Ölüm zafer midir?
Madem ölüm zafer, neden iyi bir yaşam sloganıyla yola çıkıyorlar? Sevmediğin ve kaçıp kurtulmak istediğin bir hayatın nesini savunuyorsun? Sen savaşa devam et diye millet ruh mu çağıracak? Hangi hayalet başarmış ki sistemi değiştirmeyi?
"İnanç" "Dava" insanlarının yaşam yerine, ölüme yakın olmalı beni hep çok şaşırttı. "Ben bu uğurda, bu yolda ölürüm" demek, illa öleceksin olarak tercüme oluyor beyinlerinde galiba.
Yaşam için en iyi, yaşarken mücadele edilir. Sİstemle de...
Sistem sizi yok etmeyi beceremiyorsa, onunla işbirliği yapmayın.
Yapanlara da.... "Aferin! Tüy diktin!" diyorum.

31 Ağustos 2010 Salı

sözler ve niyetler ya da bilinç ve bilinçaltı

bitaraf: tarafsız olmak...
bertaraf: ortadan kaldırmak, gidermek
demokrasi : Tüm üye ya da vatandaşların, organizasyon ya da devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir.

Referandumla "demokrasi"nin geleceğini iddia eden başbakan "bitaraf olan bertaraf olur!" dedi.
Demotraaasini yiim, saa bir şii olmasın gulüüüm...

29 Ağustos 2010 Pazar

Bu resme el konmuştur :)

Sevgili arkadaşım Nihal, suluboya resim kursuna başladı... Kursa başlayan insanlar için ne düşünürsünüz?
Çöp adamdan az hallicesini çiziyor falan... Yok, yetenekli çıktı... Hem yetenekli hem mükemmelliyetçi... Yaptıklarını beğenmiyor. Acele etmeseydim, bu da gidiyordu elinden. Şu an hala ne olduğuna uyanmadı...
O kendi yolunu arayıp duruken, ben ve benim gibi düşünenler, güzel resimlerle süsleyecğiz duvarlarımızı...
Harikasın Nihal'im... Eline sağlık!

Ben bu duvarın üzerinde, begonvillerin altına uzanıp tembellik yapmayı, sokağı gözlemeyi düşlüyorum :)

Bakan burda, sesini yükseltme!

Heyelan bölgesini gezen Bakan'ın yanındak adam, vatandaşa söylüyor bu lafı.
"Bakan burda, onun yanında sesini yükseltme!"
Bakan oraya turistik gezi için mi geldi? Onun görevi zaten hizmet vermek değil mi? Vatandaş da bunun için bağırmıyor mu? Eksik olanın ne olduğunu "ağlayarak, yalvararak, el etek öperek" mi anlatacak?
Bu dalkavukları, bu yağcıları, hadi dümdüz söyleyeyim, bu kıç yalayıcıları susturacak ve vatandaşa dönüp
"bağır kardeşim, acıyı çeken sensin, istediğin kadar bağır, çağır. Sana hizmet için burdayım" diyen bir devlet görevlisi çıkmayacak mı?
Karadenizli vatandaş cevabı verdi "Halk konuşmazsa ne olacak?"
Onlar duymadı. Halk gerçekten konuşursa ve sus diyenleri susturursa, duyarlar.
Bu "konuşma"nın biçimi ne olur bilemem. Sandık mı? Meydan mı? Ama artık birileri susmamalı.
Önce bakanları eğitmeli... Bakan olmak ne demek?  Sadrazam olmak değil...
Makama saygı duyulur ama, o makamı dolduramayan kişiye hayır.
Dalkavuklara, yağcılara ihtiyaç duymayan kaliteli politikacılara ihtiyacımız var...

kıl-tüy-nem kutsal üçgeninin ilk yazısı :)

Kıl olduklarımla başlarsam, hep kıl konular mı yazacağım acaba? olsun... Hayatta böyle kıllana kıllana geçiyor zaten.
Mesele hangisinden başlayacağım? Çok var... Meraklı olmak kolay mı? Herşeye bakıyorsun, düşünüyorsun, tasalanıyorsun... Neden tasalanıyorum? Çünkü hayatı kolaylaştırmak varken, niye kötü tasarımlar, girişimler, düşünceler ve eylemlerle presleniyoruz?


Tırnaklar ve dişler dışarı!!!!


İnsan evine bakıp hırrrlayarak dolanır mı yahu?


Dolanır. Mimar ve müteahhit denenlara günde sekiz kez rahmet okuyarak dolanır hem de...


Mutfaktan başlayalım. En sevdiğim yer... Ama adama zehir ederler. Ocak, pencerenin dibindeyse, her kızartma yapışında, cama yapışan yağları görüp kıl olursun!


Perde asamazsın, alev alır korkusuyla... Ölee, mahalleye karşı şeffaf bir biçimde yemek yaparsın. Çok modern bir ocak-üstü-aspiratörün olsa bile, dolabın içinden geçen ve camdan çıkan alüminyum boruyu bilirsin... 36 (yazıyla: otuzaltı) haneli - azman bir köy kadar- apartman yapmayı bilir bu adamlar, ama bir baca yapmayı akıl etmezler. Neden? Çünkü mutfakla işi yok! Karısını, anasını tıkmış oraya... sadece önüne gelen yemekle ilgileniyor kazma! Hangi koşullarda yapıldığı umurunda mı?


Kiracıysan, akla ziyan nedenlerle bazı evleri tutmak zorunda kalırsın. Bahçe katıdır, kediler rahat girer çıkar diye... kirası makul diye... Sokak sokak gezip ev bakmaktan bıktın diye... Sonunda, "aydınlık" denen aslında bildiğin karanlığa bakan mutfakta buluverirsin kendini. Karşındaki gri duvara bakıp bir gün oraya ağaç, çiçek, böcek, kuş resmi yapmayı hayal ederek geçer günlerin. Minnacık bir masa sığdırdıysan kendini mutlu hissedersin. Bir de tezgahla masa arasına sıkışmış sandalye... Harika... Kahven makinada mis gibi kokarken, oturup yazı yazabilirsin bile. Ama illa ki, elekrik açık olacak... Dışardaki güneşten kendini soyutladığını farkettinde, vücudundaki tüm kıllar havalanır. İşte kıl olmak böyle başlar...

Vay canna, ev ışık içinde diye tutarsın evi... ocağın camın yanında olduğunu görmezsin, hele bacayı sormayı akıl bile edemezsin. Boş ev, herşeyi kucaklayacak kadar geniş yürekli görünür nedense... Eşyalar eve geldiğinde koltuğun, masanın bu kadar büyük oluşuna şaşar kalırsın. Mutfak dolaplarının iki değil bir tencere almasına itiraz edemeden baka kalırsın. Boş ev seni uyumlu olduğuna inandrır, taşındıktan sonra sana hükmetmeye başlar.

Ve her sabah kalkıp mutfağa gittiğinde, salonla mutfak arasında kalan duvarı yıkmayı, öndeki küçük balkonu mutfağa katmayı, lavaboyu pencere önüne taşımayı, önünü çiçek doldurmayı düşler, sonra çayını alıp mutfaktan kaçarsın.

100 metrekarelik alanı kullanılamaz hale getirmeyi başaran, işini sevmeden, ayrıntıları düşünmeden, işe, alacağı para kadar özen gösteren mimar ve müteahhitleri bulup üzerlerine tüy dikmek isterdim... Birileri kim olduklarını bilsin ve onlara bulaşmasınlar diye...

dünkü blog macerası...

İlk bloğumu dün açmıştım... kıl-tüy-nem kutsal üçgeni
Sonra bir arkadaşım telefonda "hayalkırıklığına uğradım, erotik hikayeler bekliyordum :) " deyince...

Türkçeyi seviyorum. Her yere çekebilirsin. Sadece kıl olduğum olayları, olguları anlatmayı, tüy dikenleri ve üzerlerine tüy dikmeyi istediklerimi anlatmak isterken... Başıma gelene "Kıl oldum!"

Havadan nem kaparım demiştim ya... Haklıyım değil mi?