24 Kasım 2010 Çarşamba

karışık köşeler...

Elime geçenin bir yerlere bırakıldığı, tıkıştırıldığı, unutulduğu köşelerim var... Gözüm takıldığında neden orda olduklarını merak etiğim objelerim... Sanki benim yüzümden orda değillermiş gibi... Ama hiç bir zaman daha iyi bir yer bulamam...



Bir dolap üstü... Annemin evinden getirdiğim bir şamdan, çanta içinde üzgün bakışlı köpek biblosu ve onun yanına sıkıştırılmış bir yılbaşı süsü, yanında ucu görünen, el boyama bir tepsi ve içinde bir sürü kağıt, ellenmeyince nereye konacağına dair kafayı meşgul etmeyen kağıtlar... arkadaki resim "camaltı". Meraklı kediyim ya... okuduğumu, duyduğumu hemen yapmak isterim. İşte o da o merakın sonucu ortaya çıktı. Renklerini seviyorum. Çerçeve yaldızlıydı... bu hale getirince daha sevimli oldu. Düzgün, tertipli evler çok güzel... Ama benimki daha eğlenceli... Ben bile neyi, nereye koyduğumu unuttuğum için, karşılaşınca şaşırıyorum. Şaşırmak da eğlenceli... Bana iyi enerji veriyor :))

21 Kasım 2010 Pazar

insan haddini bilmeli...ama...

Bazen bilmez. İzlediğim bloglar hep eli marifetli insanların... Meraklıyım, ama yetenekli olduğum söylenebilir mi bilemem. Okuldayken iyi resim yapardım... Öyle söylenirdi. Yapmaya yapmaya elim durdu. Resmen kıskandım resim yapanları... Eh yapmaz mıyım? Yaparım. Ama kağıt kalemle değil... Bilgisayardaki resim programıyla... Ortaya da böyle komik bir şey çıkar işte :))))


Koca kulaklı mavi bir kedi ile  pembe tavukla kuş arası bir yaratık :)))
Bence "fare" yüzünden... Kedi çizmemi istemedi. :p

19 Kasım 2010 Cuma

Bir edebiyatçının blog'u



2010 yılının Haziran'ında 87 yaşında ölen Jose Saramago'nun bloğu olduğunu biliyor muydunuz?

Ben kitaplık temizliği yaparken öğrendim. Biriktirmek ve sonra temizlemek, insana çok şey öğretiyor. Biriktirirken kaçırdığını, vazgeçerken yakalıyorsun.  Cumhuriyet ve Radikal'in kitap eklerini biriktirmişim. Neden -mişim? Çünkü her hafta ikişer taneden incecik dergi, birdenbire belime doğru tırmanan bir yükseliş gösterdi. Önceleri masumdu kapladıkları yer... Sonra işgalci hale geldiklerini farketmeye başladım. İşte o zaman "ben bunları neden biriktirMİŞİM oldum. Sanki biri beni zorlamış gibi...

Neyse ki biriktiriciliğim henüz "çöpçü" sendromuna dönüşmedi. Bırakmayı biliyorum. Onları mahallenin veterinerine taşımadan önce elden geçirmeden bırakamıyorum yine de... (Neden veterinere taşındığını merak edenlere not düşeyim hemen. Kafeste bakımda olan kedilerin altına seriliyor. İşe yarıyorlar yani... Belediyenin geri dönüşüm kumbarasına atmaktansa, onlara hizmet etmesini tercih ediyorum.) Ve onları tek tek tararken ya okumaya fırsat bulamadığım için ya da düpedüz gözden kaçırdığım için atladığım bir sürü kitap olduğunu gördüm. Kitap eklerinin yanında bir not defteri bulundurmaya başladım. Henüz yarısı bitti. Ama iki sayfalık alınacak kitaplar listesi oluştu bile... Bunlardan biri de Saramağo'nun Not Defterimden isimli kitabı...

Cumhuriyet Kitap ekinde Ali Bulunmaz Saramago'nun blog serüvenini ; "İnternet müdavimlerinin büyük bölümünün blog'u var; hali pür melalini anlattığı, atıştığı, kimi zaman duygusallaştığı bir alan bu. Saramago'nun Not Defterimden başlıklı kitabı, kendisine ayrılan blog'da biraz zorlamayla, biraz merakla ama sonradan hoşlanarak yazdıklarından oluşuyor." cümleleriyle anlatmış.

"Gençlerin umutları asla, en azından şimdiye kadar dünyayı daha iyi yapmayı başaramadı. Yaşlıların yenilenmiş hırçınlıkları da dünyayı daha da kötüleştirecek dereceye varmadı."
"İnananlar Tanrılardan besleniyor, gelecek Noel'e kadar, gelecek yemeğe kadar hep tatminsiz bir maddi ve mistik açlıkla onu yutuyor, hazmediyor, yok ediyor."
"Dinler, birbirleriyle beraber yaşamı anlık ve geçici taktik nedenlerle faydalı olarak değerlendiren bütün sahte-evrensellik nutuklarına rağmen, sürekli bir karşılıklı düşmanlık durumunda yaşıyor."
"Herkes ateist olursa gezegen daha barışçıl olabilir."

Bu alıntılar da dergideki yazıdan... Kitabı en kısa zamanda edineceğim. Kitap 2008 yılında yayınlanmış... 87 yaşında öldüğüne göre blog yazımına en iyi ihtimalle 80 yaşından sonra başlamış Saramago... Teknolojiyle hala barışamayan "gençleri" düşününce, aslında gençliğin yaşla ilgisi olmadığı bir kez daha ispatlanıyor.

Ne mutllu, ömrünün sonuna kadar "genç" kalanlara...

18 Kasım 2010 Perşembe

alıntı...

"Teknoloji belli bir düzeye eriştiğinde insanlar kendilerini suç işlemiş gibi hissetmeye başlarlar." dedi Mudger. "Peşinde birileri vardır, bilgisayarlar belki, makine polisler. Araştırılmaktan kurtulamazsın. Seninle ya da tüm varlığınla ilgili bilgiler toplanmıştır veya toplanmaya başlanmıştır. Bankalar, sigorta şirketleri, kredi kurumları, vergi müfettişleri, pasaport daireleri, rapor servisleri,polis kurumları, istihbaratçılar. Bu sana daha önce söylediğim şeye benziyor biraz. Aletler bizi mülayim yapıyor. Onlar suçlu olduğumuzu belirten bir kağıt çıktısını etrafa dağıtırlarsa suçluyuz demektir. Ama bu daha da derinlere kadar uzanır, öyle değil mi? Sadece varlığı, kanıtı, teknolojinin inanılmaz zenginliği bize suç işlediğimiz duygusunu vermeye yeter. Sadece bu şeylerin bu kadar yaygın oluşu bile. İşlemcilerin, tarayıcıların, sınıflandırıcıların. Bunlar kendimizi suçlu hissetmemiz için yeterli. Ne muazzam bir ağırlık! Ne karmaşık programlar! Ve bunları bize açıklayacak kimse yok."

Koşan Köpek, Don DeLillo, Everest Yayınları

14 Kasım 2010 Pazar

hrrr!!!!

Yazarın dört kitabını yayınlayan yavınevinin, hepsini eşit boyda yapmamasına...
Kitap sırtlarındaki yazıyı okumak için boynumu ingiliz anahtarı gibi bir sağa, bir sola çevirmek zorunda kalmama...
Kitabın yüzü üste gelecek biçimde rafa koyduğumda sırt yazısını okumak için amuda kalkmamın beklenmesine...
Aynı türden kitapları yanyana getirdiğimde oluşan manzaranın ekonomi grafiklerine benzemesine... (yüksek-alçak-alçak-yüksek-yüksek-alçacıııık-yüksek-)

 KIL OLDUM!!!

Evet, kitaplık temizliği yaptım!

12 Kasım 2010 Cuma

Mesajlar...

Nevarin'in söylediklerine laf yetiştirmeye çalışırken bir baktım acayip uzun oluyor. En iyisi bunu yorumlara değil, bloğa yazayım dedim.

Mezartaşı yazıları sanırım yaşam biçimiyle bağlantılı olarak değişiyor. Köylerde bir taş, bir agaç yetiyor gitmek için. Toprakla birlikte yaşayan, onun içine girerken de çok telaş etmiyor. Abartmıyor. Adı, biliniyorsa doğumu, ölümü bir de dua isteği... Basit, yalın.

Kentte iş değişiyor. Belli bir kimlik edinen onu umursamasa bile, en azından o kimliğin mirasçıları bunu ilan etmek gerektiğine inanıyor. Ya da örnek mezartaşındaki gibi yaşarken haykıramadıklarını gider ayak herkesin suratına çarpıp gitmek isteyebiliyor. Herhalde kimse,"tamam, benim işim bitti. Artık gidebilirim" demiyordur.  Yarım kalan işler, yarım kalan aşklar, yarım kalan hayaller... Gerçi çok az insan bunları hiç değilse mezar taşımda söyleyeyim diye düşünür... "aah Haticeee, yaktın beni! Gittin o hımbıla vardın beni de dırdırıyla yiyip bitiren Melahat'a kırk yıl mahkum ettin. Alacağın olsun!" diyen çıkmaz sanırım. Ya da bu vasiyeti yerine getirebilecek bir Melahat yoktur dünyada :) Olsaydı mezarlık gezileri düzenlenirdi... Ama yaşarken dürüst değiller ki, öldüklerinde olsunlar...

Badem ya da Erik ağacı meselesine gelince... Geleneklerimizde meyve ağıcı dikmek yok mezarlıklara. Gerekçesi de çok uygun bence... Sonuçta bedenimiz gübreye dönüşüyor... Tüm ikamet edenlerin çoktan toza toprağa dönüşmüş eski bir mezarlıkta meyve bahçesi bile yaparsın da... Henüz çürümeye başlamış et halindeyken DNA ları meyveye aktarmak pek mantıklı değil. Annenin DNA sını taşıyan bir eriği yemek ister miydin?

Sen en iyisi servi falan seç.. Ben çınar isterim :)

HİÇ BİR ŞEYE AKIL ERDİREMEDEN GİTTİ


Mezartaşı yazısı üzerine bir yazı yazmayı tasarlarken posta kutumda bunu buldum.
İnsanların giderken bile söyleyecek bir şeylerinin olması ilginç geliyor bana. Ki, benim de var.
Yazının başlığı...  Dünyayı tanımaya başladıktan sonra hiç kurtulamadığım bir duygu bu. Az çok herkes de vardır belki. Bilemiyorum. Ama insan bir yaştan sonra alışır, öğrenir, şaşırmaz, küçümser, güler geçer bazı şeylere... Ben de öyle olmuyor. Hala şaşırıyorum ve çok önemliymiş gibi sinirleniyorum. Herşeye. Amaaan bu da böyle bir şey işte, deyip geçemiyorum hiç bir haltı. Didişiyorum. Çoğunlukla kendimle... Ve bu yazının başlığındaki laf,  hergün  hatırlatıyor kendini . Bir arkadaşım da talip oldu aynı yazıya... Tamam al ama, telif hakkı benim...  Sen sonuna 2 ekle dedim. Şu an, hiç bir boka akıl erdiremeden gidecek iki kişi var bu dünyada...
Kimin umurundaysa... Olsun, ben söylemiş olayım yine de!
Siz ne diyeceksiniz giderken?
Benim en sevdiklerimden biri Gurdijef'in söylediği :
Hepinizi bokun içinde bırakıp gidiyorum! :)

10 Kasım 2010 Çarşamba

Negatiften kurtulmanın yolları...

Sihirli bir formül falan vermeyeceğim. Kendimce, bana iyi gelen bir yolu anlatacağım...  İnsanın işi kağıtla falan olunca, hele de o proje hayata geçmezse, koca koca kağıt kümeleri elinizde kalıveriyor. Geri dönüşüme atsan, o kadar emek verdiğin işi, hayallerini sokağa atıyormuşsun gibi geliyor... En güzeli, oturuyorsun bir köşeye, önüne alıyorsun o kağıt yığınını didik didik ediyorsun... Harbiden didik didik! Küçük küçük yırtıp, koca bir tencereye suyla beraber basıyorsun. Kaynatıyorsun... Bir gece de o suda bekletiyorsun. Ertesi günü blendera atıp (içine su koymayı unutmayın... bolca koyun. Kağıt suya bayılıyor) hamur haline getiriyorsun. Sonra bir tel süzgeçte bırakıp süzülmesini sağlıyorsun. Mis gibi kağıt hamuru... İçine tutkal... Sonra evdeki tabağı, çanağı streçleyip (isterseniz içine akrilik boya katıp renkli hamur da yapabilirsiniz) bu hamurdan parça parça alıp bastıra bastıra tabağa yayıyorsunuz. sonra unutun. Kuruması uzun sürüyor. kuruduktan sonra kağıttan çanaklarınız, tabaklarınız oluyor. Boyayın, süsleyin... Artık,kötü anıları olan proje değil. O keyif veren acayip bir şey :) Hediye için de uygun. Önceleri hangi proje olduğunu hatırlıyorsunuz ama, yıllar geçince, o da unutuluyor... Negatifi gömmenin daha iyi yolu var mı? :)))



Adını unuttuğum beni üzen senaryonun çay tabağı formuna dönüşmüş hali :) 


Bu da sonradan boyanmış bir küçük kase... 

İçindekiler ojeyle boyanmış minik taşlar...  Sizin negatif duygularla başetmek için gizli bir formülünüz var mı?