18 Eylül 2010 Cumartesi

Kadıköy Belediyesi'nin hobisi: geri dönüşüm

Üç dört ay önce başladılar bu hobiye. Aman bir şirin ki geri dönüşümlü çöpler için verdikleri karton kutucuklar... Görmelisiniz. Oturduğum apartman 36 daireli. İki tanecik verdiler onlardan. İçinde kulanılacak şeffaf torbayı bile düşünmüşler sağolsunlar. 

Her türlü plastik, şişe, kağıt, toplanacakmış. Ne güzel değil mi? İki daire, elindekileri "aman çevreye zarar vermesin hemen atıvereyim şuraya" dese, üçüncü daire ayazda kalır. NETEKİM, kaldık. Çünkü bu çöplerin havaleli olduklarının farkında değil belediye. Bu işe kalkışırken evdeki eşlerine bile sormamışlar, bir evden ne kadar geri dönüşümlü çöp çıkar diye. Üstelik bir de, "hanım getir bakalım şunları yav, ne kadar yer tutar ki bunlar?" dese, saçını başını yolardı "Ulan biz ne halt ettik bu kutularla? Hadi hepsini toplayın geridönüşüme atalım. Adam gibi yapalım şu işi." derdi. Herhalde derdi yani... Eşek değil ya!

Bazı apartmanlar geri vermiş kutucukları. Kimse de itiraz etmemiş. Neden etsin? Ciddiye almıyor ki yaptığı işi. Dostlar alışverişte görsün diye yapıyor. Hobi olarak yapıyor.

Yurtdışına hiç çıkmadım, iddia edemem, ama, okuyarak edindiğim bilgiye göre. Çöpünü evinde geri dönüşüm için ayırmıyorsan ceza yiyorsun.

Bizde "De get! Seninle mi uğraşcam uyuz!" deyince akıllı oluyorsun. Harbiden akıllı. Benim gibi kafaya takmamış...  "Kafama taktığım tek çevre aha da bu tülbenttir!" diyor. Böyle belediyeye böyle vatandaş.

Çöp toplayıcılara acıyanlar var bir de... Onların ekmeğini kesiyormuş Belediye. Niye tasalanıyorsun? Adamların depoları, kamyonları bile var onları taşımak için.   Benim bisikletim yok be! O vergi bile vermiyor, ama zararını ben soluyorum.  Takım elbiseyle mi toplayacak çöpü? AYrıca çöplere attığımız pet şişelerin, çakma gıda, kimyasal madde yapanlara satılmadığını nerden biliyoruz? Bari çöpe atarken dibini del de öyle at. Sonra o şişe çocuğunun eline dönmesin yeniden.

Yine de bu elemanlar belediyeden daha sıkı çalışıyor.  Belediye bu geri dönüşüm kutularını haftada bir gün gelip boşaltıyor. Nazar boncuğu benden onlara! Uyanamadılar... Millet sıkıldı normal çöpe atıyor artık elindekini.

Madem iyi çalışıyorlar. Yasal hale gelsinler. Belediyeye çalışsınlar. Vergisini al, çöpü de onlardan al. Bizi de böyle karton kumbaralara mahkum etme belediye!

Belediye seçimlerinde parti kollandığı için başımıza geliyor bunlar. Adam gibi adamlar seçilemiyor.(var mı ondan da emin değilim ama...)  Emekli de olmuyorlar. Onlar geri dönüşüm mavalı uydururken ben gerginleşiyorum.

 Gel de KIL olma!

Haksız mıyım?

14 Eylül 2010 Salı

Spor programları arttırılsın!

Sabah programları halt etmiş!
Herşey varmış içinde bunların yahu... Ben neden bu kadar geç keşfettim?
Resmen dedikodu yapıyorlar,birbirlerine laf sokuyorlar, bağırış, çağırış... Ama dışardan biri laf atarsa, kırk yıllık kanka oluveriyorlar... Bir hareket, bir bereket...
İstihbarat, entrika, tehdit, çok bilmişlik, şişkin ego, ağır abilik durumları falan... Herşey var. Ama artısı da var, bunlar kahkaha atmayı da biliyor.
Espri  var... Ya da onlar öyle zannediyor. Anılar, umutlar, gündemdeki sıcak olaylar...

Televizyonlar sabahtan akşama kadar bunları perakendeci mantığıyla veriyor.
Oysa onlar, 32 kısım tekmili birden! Helal!

Bundan sonra spor programlarını izleyeceğim. Türkiye orda! Gelecek orda! Tek eksik, göbek atmıyorlar.
Belki onu da sabah programlarından konuk çağırarak hallederler... Tadından yinmez o zaman...

TV lere önerim:  Bu programlar arttırılsın. Diziler kaldırılsın. Haberleri bile bu abiler sunsun. Ama her haber için illaki yorum yapsınlar. Bu abiler herkesi tanıyor, hepsini anlatıverirler bir bir... Biz de onlara inanırız. Kime oy vereceğimizi de biliriz. Hangi filme gideceğimize de...
Başka program istemem gari.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Geçmiş referandumlar ve sonuçları...

9 Temmuz 1961 (1961 Anayasası)  Katılım: % 80.7 Evet: % 61.7

7 Kasım 1982 (1982 Anayasası)  Katılım: % 90.32 Evet: % 91.37

6 Eylül 1987 (Siyasi Yasaklar)  Katılım: % 94.6 Hayır: 11.636.395 Evet: 11.711.461
 
25 Eylül 1988 (Yerel seçimler)  Katılım: % 88.82 Hayır: % 65 Evet: % 35

21 Ekim 2007 (Anayasa değişikliği)  Katılım: % 67.49 Evet:19,403,987 H: 8,738,794

12 Eylal 2010 (anayasa değişikliği Katılım . % 77 Evet : %58  Hayır: %42
Oranlar Cafe Siyaset sitesinden alındı. Sonuçlar ilginç değil mi?
Bence halk daha zor ikna oluyor artık. Ya da esprili bir dille söylersem, darbeciler halkı ikna etmeyi, politikacılardan daha iyi başarıyor :)))
Ama şöyle bir gerçek de var... BDP referandumu boykot etmeseydi, evet oranı daha fazla çıkardı.

Hayırlı olsun diyelim.

12 Eylül 2010 Pazar

siz hiç bir martıyı okşadınız mı?

Balkonumda duran bu bebek (!) yolda topallayarak arabalardan kaçarken görüldü. Takip edildi. Yoldan geçen bir adama rica edilip yakalandı ve veterinere götürüldü. Kafesteki kedilerin içi gitti o ortalıkta sekerken... Orası burası kurcalandı, incelendi, önemli bir hasar bulunamadı. Ama bir kutu bulunup elime tutuşturuldu. Çünkü onu bakacak yerleri yoktu.

Balkonuma konuk oldu. Ne verdiğim ekmeği yedi ne de su içti... Annesinden besleniyordu herhalde bir gün öncesine kadar. Yuvadan uçmaya karar verince ya kendini atmayı beceremedi ya da  inişi... Mahzun melül  bir köşeye çekildi, ama bir gözü hep içerdeydi. Hareketlerimi izledi, balkona çıkıp çiçekleri sularken, tedbiri elden bırakmayıp kıyılara köşelere kaçtı. Gece olunca büyük saksının dibine çöküp uyudu. Hiç sesi çıkmadı.

Sabah olduğunda nasıl olduğuna bakmaya gittim ve önünde durduğu cam güzellerini afiyetle mideye indirdiğini ve hazmettiğinin kanıtını yeşil damgalar halinde yere bıraktığını gördüm. Annesine saygılarımı sundum ve çiçeklerimi kurtarmak için ekmek keyfini bilmeyen bebeğe bisküvi sunmaya çalıştım. İki ayağının üzerinde durmaya başlamıştı ve bu da onu telaşlı yapmıştı nedense. Balkon demirlerinin arasından geçmeyi hesaplıyordu. Cesaret edemedi. O kaçma stratejileri geliştirirken, dalgınlığından yararlanıp okşadım. Hayret! Kaçmadı. Onun için de yeni bir duyguydu, benim için de... O tehdit edici bulmadı.  Bense bayıldım!
Gözü dışarda olan birini dört duvar arasında tutmak zalimliktir. 
Onu tutup duvarın üzerine koydum. İleri geri yürüdü... Bana baktı...  O muhteşem kanatlarını açtı ve süzülüp gitti.
Önümüzdeki yıl, yine yollara çıkıp martı yavrusu toplamayı düşünüyorum :)

11 Eylül 2010 Cumartesi

referandumun sonuçları belli: hepimiz kaybettik!

Kaybeden insanlık mı, herkesin peşine düştüğü ama bir türlü kavramadığı demokrasi mi bilmiyorum. Kesin olarak bildiğim bir şey varsa, kaybettiğimizdir.
"Hayır"cılar da kaybetti "Evet"cilerde...
Çünkü birbirlerini kabullenemediler.
Birbirlerini darbeci, vatan haini, satılmış, yobaz, laikçi faşist, liboş, yeni cumhuriyetçi, yurtsever, vatansever, askersever, askersavar, türk, kürt, alevi, sunni, rahibe, ve aklıma gelmeyen bir sürü sıfatla etiketlediler ve rafa kaldırdılar.
Kendilerinden olan ve olmayanları mimlediler. Bunu yukarıda sayılan sıfatlar adına yaptılar... Bir başkasının kendinden farklı düşünmesine tahammül göstermeden... Arkadaşlıklar bile bozuldu... Taraf olmak marifet gibi göründü. Hayat o tarafın üzerine inşa edildi. Karşına aldığın tarafı yok sayıyorsan, sen hangi demokrasiyi savunuyorsun?
Kendin için istediğini benim için istemiyorsan... Savunma hakkımı saldırı olarak görürsen...
Kişisel olarak sevmediğim yazarlar var. Duygusal olarak onlara küfür de edebilirim. Sevmediğimi söylerim. Okumak zorunda değilim. Ama onların yazma özgürlüğünü savunurum. İbadet, dil ve yaşama hakkını herkes için savunacağım gibi...
Ama bazı insanları sevmediğim için etiketlenmeyi kabul edemem. Onun kendini ifade özgürlüğü, benimkinin garantisi. Benimki de onun...

İnsan ilişkilerinde başarılamayan ve temelinde hoşgörü, aykırı olana saygı olan demokrasi, sosyal hayatında böyle bir geleneği olmayan bir yerde nasıl yeşerir? Yasalarla mı? Polis ya da askeri güçle mi? Tek adamla mı? Ben istiyorum, öyle olacak tavrıyla mı? Bertaraf ederek mi? Bitaraf ederek mi? Yok sayarak mı?

Biz bu demokrasi savaşını çoktan kaybettik.

13 eylülde sonuç ne olursa olsun, herkes etiketini alıp köşesine çekilecek ve bir başka etiketliyi ortadan kaldırmayı düşleyecek. Birarada yaşamayı değil...

Geçmiş olsun!

10 Eylül 2010 Cuma

bu bir sonbahar manzarasıdır :)

Günlük güneşlik bir gün var dışarıda...  Sıkı da bir poyraz. Sohbahar geliyor. Ağaç diplerindeki yapraklar çoğaldı. Henüz evlerin içi soğumadı ama, yakında dolaplardaki battaniyeler koltukların üzerine alınacak. Televizyon izlerken, kitap okurken ya da el işleri yapılırken dizlerimizin üzerine serilecekler. 
En çok kedim sevinecek battaniyeli günlere...  Ve böyle tatlı görüntüler çıkacak ortaya :)  İşte,  geçen sonbahardan bir an...

7 Eylül 2010 Salı

Erkekler ağlamasın!

Gözünüzü seveyim ağlamayın artık be!
Meğer ne sulu gözmüş bunlar. "Erkek adam ağlamaz" lafına inanan kalmadı mı artık?
Ekranda ağlamayan, sıkı duruşlu, erkek kalmadı. Kimi görsem,  bağırıyor, şiir okuyor, slogan atıyor sonra başlıyor dudak titretmeye...
Pes! Ne biçim gaza getiriyorlar kendilerini.
Meclisin tamamı ağlıyor. İktidar da muhalefet  de ağlıyor...
Bu arada halkın anası ağlıyor!  O ayrı konu...
Şarkıcılar ağlıyor. Sunucular ağlıyor... Ağlayamayan,  direkten dönmüş havasında. Sabah programlarında herkes ağlıyor. Artık acıyla, gösteri birbirine girdi.
Gerçek acının karşısında susan beni daha çok etkiler oldu. Ama onların raitingi yok.
İklim değişikliğiyle yağmurun debisi arttı ya,  gözyaşları buna mı endeksli acaba?
Şiir okuyup ses titreten, gözünün kenarından yaş akıtan, duygularımı değil midemi kaldırıyor sadece.
Kadının ve arkeğin acısının ve gözyaşlarının gizli olduğu zamanları özler oldum.
"içinizdeki kadını keşfedin ve ağlamaktan korkmayın!" diyen kim bilmiyorum. Ama ona acayip kılım. Haberi olsun.

5 Eylül 2010 Pazar

kıl oldum

geçen ay evime izinsiz girip gözden kaybolmayı başaran ve on gün birlikte yaşamak zorunda kaldığım çekirgenin; evden atıldıktan bir hafta sonra, pencereyi tıklatıp  taciz etmesine...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Aklım ermiyor...

Aklım bir çok şeye ermez ama, ölüm orucuna hiç ermiyor.
Adi suçluların asla kalkışmayacakları bir eylem bu. Anlaşılır bir şey...
Sistemle sorunu olanlarla, sistemin de sorunu var. Bu da anlaşılır bir şey...
Sistem ve sorunu olanları tartışmayacağım ya da birinden birini savunmayacağım.
Benim derdim, karşı olunan herhangi bir sisteme sisteme karşı seçilen eylem türü,  ölüm orucuyla...
Ne amaçla yapılıyor? Sistem zaten "seni" ortadan kaldırmak istiyor. Sen ona inat yaşamayı seçeceğine neden onun ekmeğine yağ sürüp kendini öldürmeye kalkıyorsun? Aylarca kendine, bedenine, ruhuna işkence edip kendini ortadan kaldırıyorsun? Sistemin çok mu umurunda olduğunu sanıyorsun?
Sistemi; yaramaz çocuklarını cezalandıran ebeveyn gibi mi görüyorlar?
"Bakın bana anne, baba... Siz beni cezlandırırsanız ben kendime daha çoğunu yaparım. Hadi beni kollarına al, beni affet. Yanlış yaptığını söyle. Özür dile" mi demek istiyorlar?
Medyada adı çok geçmiş, belli bir kurumu temsil eden kişilerin, gerek suçlandıktan sonra, gerek bazı toplumsal olayları protesto etmek için ölüm orucuna (gerçi böyle durumlarda da adına ölüm orucu denmesi tuhaf) açlık grevine gitmeleri anlaşılır. Toplumun vicdanına seslenmek için, ortalık yerde durup ilgi çekebilirsin.
Ya ölen, sakat kalan gencecik insanlar? Onlar hangi zaferi kazandılar? Kim kazandı?
Ölüm zafer midir?
Madem ölüm zafer, neden iyi bir yaşam sloganıyla yola çıkıyorlar? Sevmediğin ve kaçıp kurtulmak istediğin bir hayatın nesini savunuyorsun? Sen savaşa devam et diye millet ruh mu çağıracak? Hangi hayalet başarmış ki sistemi değiştirmeyi?
"İnanç" "Dava" insanlarının yaşam yerine, ölüme yakın olmalı beni hep çok şaşırttı. "Ben bu uğurda, bu yolda ölürüm" demek, illa öleceksin olarak tercüme oluyor beyinlerinde galiba.
Yaşam için en iyi, yaşarken mücadele edilir. Sİstemle de...
Sistem sizi yok etmeyi beceremiyorsa, onunla işbirliği yapmayın.
Yapanlara da.... "Aferin! Tüy diktin!" diyorum.