31 Aralık 2011 Cumartesi

2011 giderken...


Gidiyor mu?
Evet evet... gidiyor. Valla gidiyor!

Her gün yeni bir haberle uyandık bu yıl. Her sabah böyle kalakaldık televizyonun karşısında. Japonya'daki deprem ve tsunamiyi izlerken bu topraklar sarsılmaz gibi gelmişti... 
Van'ı gördük. Hem de kaç kez. Depremin değil insanın öldürdüğünü bir kez daha bildik, ama kılımızı kıpırdatmadık. Oturduğumuz binaların çürük raporu geldi, yıkılmasın diye oy verdik toplantılarda. Evlerimizin mezarımız olmasına razı olduk. Salaklık diplomasını duvarlarımıza astık sandıklardan çıkarıp.


Sonra unuttuk. Çünkü şaşıracağımız çok şey vardı.  
İnsanlar sabahları evlerinden toplanırken ne biz ne de onlar suçlarını bildi. "Bir şey yapmasalar alınmazlardı" diyene de kızdık, "Bunların hepsi kılıf, demokrasi adına yapılan sivil darbedir" diyene de... 
Yolsuzluk operasyonlarında umutlandık, "düzen"değişiyor galiba diye... Meğer "düzenler" değişmişmiş...Elimiz böğrümüzde kalınca, alışkanlıklarımıza döndük yeniden. "bizden adam olmaz!" dedik. 
Biri bir laf söyledi gündem değişti... Oyalandık.
İnsanlar öldü... oyalandık.
İnsanlar ölecek... oyalanacağız.
Ölüm ve yaşamla oyun oynamayın diyen olmayacak.
Öyle ya da böyle, birlikte yaşamayı deniyoruz, becereceğiz.


Gerçeklere doğrudan ulaşamayınca, dosdoğru anlatılmayınca...
Herşeye yampiri bakmaya başladık. 
Kuşkulu, tedbirli, güvensiz... 
Ama her kedi gibi sadece kendine güvenli. 
Kediler sadece bokunu gömmez... fareyi de çıkartır deliğinden. Kimi zaman sabırla bekleyerek... kimi zaman, tilki gibi toprağı kazarak... 




2011 de çok çalıştım, az ürettim. 
Maddi ve manevi verimli olduğumu söyleyemem. 
2011 bol umut verip çalıştırdı, sonra "şaka yaptım" dedi. Hayalkırıklığı ve kızgınlık kaldı elimde. Ama onlarla hayat tatsız gider. Tatsız da olsalar da hakkını vererek yaşar ve bırakırsın. Sonra en iyi bildiğin şeyi yaparsın, çalışırsın. Bir kısmını sergiledim zaten. El çalışınca beynin de çalışacağına inananlardanım. Beyin kısmı bunca hamaratlıktan nasibini aldı mı?
Umuyorum. Yakında göreceğiz.  Kıpırtılar başladı... 
Kişisel kıpırtılarım rüyalarım. Eh olanca gariplikleriyle yine arz-ı endam etmeye başladılar. 

Tabii bu arada hayat biçimimi değiştiren kararlar verdim. 
Sevgili Panço ailemizin üyesi oldu. Henüz manzara yukardaki gibi değil. Sanırım Puma kılıklı ile bu manzara hiç yaşanmayacak. O hayatını değiştirme kararını vermedi ve benim kararıma katılmadı. Ama itirazı yok. O da kendi mekanında kendi bildiğince yaşamaya devam ediyor. Saygı duymaktan başka yapacak bir şey yok. 
Hayat öyle değişken ki, hergünü aynı rutinde yaşasan da bir öncekine benzemiyor. 
Aynı olmadığını, olmayacağını bilmek içimi rahatlatıyor. Yay burcu olduğum için mi bilemiyorum, her değişiklik enerji veriyor. 
Bazen de düşürür... 
Hepsini yaşamakta yarar var. Birine iyi, diğerine kötü demenin anlamı yok. Hepsi beni ben yapan duygular. Çekmeceye kaldırıp küflenmesine izin vermemek gerekir. Yaşa ve bırak. 
Bırakamadıklarına arada sırada göz at. Belki içinde bir ışık görürsün... 

Ailenin İzmir merkezinde de değişiklikler oldu bu yıl. Sancılı kararlar, sancılı bir geçiş süreci yaşandı. Ama gelişmeler harika oldu. Dilerim hep böyle gider. Sevgili kardeşim nam-ı diğer Bahama Kartalı, artık kanatlarını açtı. Bir de benden kurtulsa, acayip uçuşlar yapacak :)

Eh bunun için bu yıl bereketi, şansı, kısmeti falan davet ediyorum. Sağlık ve huzuru da yanlarına alsınlar diyorum. Kulağım kapı zilinde. Ya da en iyisi aralık bırakmak o kapıyı. Her eve uğrasınlar... Biraz yorulsunlar bakalım. Bizim gibi çalışkan olsunlar... 
Aaa!
Yahu ben bu yıl piyango bileti almadım. Kapıyı ardına kadar açık bıraksam ne olacak ki! 
Hay bin kunduz! 

21 Aralık 2011 Çarşamba

yazmaya hazırlık...


Yazma isteği öyle yoğun ki... bir türlü elim klavyeye değmiyor. Çünkü bitirilmesi gereken işler var... 
Bir başlarsam yazmaya yine kapanıp kalacağım. Sanki beynimdeki herşey bir çırpıda dökülecek... 
İyice dolsun diye bekliyorum. tası doldurmak gibi değil... Balonu doldurmak gibi...
Dolma sınırı belli değil. Şiştikçe şişiyor. Doldukça daha çok karışıyor...
Patlamasını bekliyorum...

Beyni demlenmeye bırakınca blog da nasibini aldı tabii... 
İşin garibi yazmadığım zaman ziyaretçiler artıyor.:)))  Neden acaba? 
Yakında el işleri bitecek. Küçük,  güzel şeyler yapmaya çalışıyorum. 
Sonra ... sonrasına sonra bakarız... 




7 Aralık 2011 Çarşamba

beklerken....

Neyi mi bekliyorum? Hayatın bana da uğramasını :) İş falan getirmesini... O arada kendime iş yaratıyorum. Ne zamandır boyamayı düşlediğim raflara el attım. Son derece basit malzemelerle yapılmış, tekerlekli ve çok işe yarayan bu küçük mobilyanın adı da var ama, bende kalsın. Evdeki bir çok mobilyanın adı var zaten. Yaptığım işlerle anılıyorlar. Çünkü onlar sayesinde alındılar vs... Ama bunun özelliği şu, buna para vermedim. "İşte" kullanıldı ve ordan evime geldi. Ham halini kapatan bir boya sürmüştüm... sonra kızım keşfetti ve tırnaklarını biledi bir güzel... 

Boyamaya başlamadan, temizlemek gerekiyor ya... Aman Tanrım! Nemli bezle silersem olur sanmıştım... Ne gezer! Tüyler çıkmıyor bir türlü... Yıllar boyunca kedilerimin tüyleri zımparalanmadan astar çekilen tahtaların kıymıklarına takılmış kalmış. Fırçaladım. Olmadı. Elektrik süpürgesiyle her bir çıtanın üzerinden geçtim. Olmadı. Sonunda zımparaladım! 
Azıcık mumladım. Boyadım...  Tam sıra verniklemeye geldi, lodos yetişti. Balkona çıkmanın bile imkanı yok. Değil ki sprey vernik yapayım... Koyduk köşeye... İşte o zaman eksikliği farkettim. Pek bir çıplak duruyor garibim... Koyu renk hataları örter derler ya... doğruymuş. Eğriymiş bu garibanın rafı :)) hiç derdim değil. Ama biraz renk istedi gözüm. İşte o zaman yıldızlara karar verdim. 


Ama nedense Kızıl Yıldız oldular :) 

Henüz verniği olmadı, fotoğraf için ufak bir dekor yaptık işte. Alt raftaki o muhteşem otobüs bisküvi kutusu. Kardeşimin sürprizi. Ev formunda olanları da bekliyorum :)


Yıldızlar için bulduğum yeni malzeme :) 
Bundan daha iyi geri dönüşüm olur mu? üç tane yıldız çıktı bir köpük tabaktan... Tahta harcamadım, hamur harcamadım. Boyayı da çok güzel tutuyor. Eskitme bile yaptım üzerine... Ama sakın ateşe yaklaştırmayın. Bir anda yok oluyor :)

Bu arada Salkımsöğüt kanıma girdi. Hobiyi işe çevireceğim galiba... Bakalım. Zaman neler gösterir?

28 Kasım 2011 Pazartesi

"12 eylül 1980 akıl tutulması"


Yazının başlığı foto muhabiri Kadir Can'ın 1974-80 arası fotoğraflarından oluşan kitabının adı.
Henüz kitabı edinemedim, bu fotoğrafa da Milliyet'teki tanıtım yazısında rastladım. 
Çok manidar geldi nedense... 
"Yaşasın faşizme, emperyalizme karşı savaşan güçlerin birliği" temalı ve o  dönemde etkili fraksiyonların pankartları ile süslü bir bina... ama henüz inşa halinde bir bina... İstanbul mu? Yoksa İzmir mi? Çıkartamadım... 

80 den sonra bu henüz "tamamlanmamış" bir yapıda sergilenen birlik görüntüsü darmadağın olur.
Kehanet gibi... Geçmişi; kökü, temeli ya da sistemi kısaca geleneği ve "yapısı" olmayan bir hareket... Tek yürek olması gerekirken, kanser gibi kendini çoğaltır ve yok eder.  
Şimdi nerede yosun gibi yeşerip ortaya çıkacağı konuşuluyor... 
benzer hücreler aranıyor... kültür mantarı gibi yetiştirilmeye çalışılıyor. 
dünya üzerinden kazınıp atıldı ya... toprağı yok ya... 
organik olması için toprağının zehirden arındırılması gerekiyor...
ama o toprak çok kirlendi, çok!



21 Kasım 2011 Pazartesi

kediler ışıktır...


Var mı aksini iddia eden?

Twiterdan araklandı... kimden arakladığımı da unuttum :) 

19 Kasım 2011 Cumartesi

hanginiz becerebilir bunu?


Tarçınlı kurabiyelerin iştah açıcılığından, mum ışığının romantizminden ve uzun bir aradan sonra bir bok resmiyle dönüş yapıyorum... 
Anne olanlar çocuklarının bokuna bile değer verir, yalan mı? 
Benim tüylü, moruk kızım da kakasını kumuna dimdik bırakmayı başarmış... marifetini göstermeyelim mi yani? 



Iyy! diyenlere dilimizi çıkartıyoruz! 
İnzivaya çekildiği yatak odasının yetersiz ışığında ve çekenin telaşı yüzünden yine netlik es geçilmiş... flu fotoğraflar klasiğim olacak, en iyisi fotoşop numaraları öğrenip bunları "sanatsal" kıvama getirmek...  


Pek mutlu görünmüyor değil mi?
Tecrit edilmiş bir hayat yaşıyor, kolay değil. Panço'lu hayata geçişimiz nerdeyse beşinci ayını dolduracak. Hepimiz için ikiye ayrılmış yaşam birimlerini bir araya getirmenin, onları birbirlerine tanıştırmanın yollarını arıyorum ve deniyorum. Bazen rastlantılar yardım ediyor. 
Koridorun kapısını açıyorum, a, kızım küçük odada yemeğinin başında, kapı açılınca kabak gibi ortada, Panço'da koridor kapısının önünde yatıyor. Ah, işte gözgöze geldiler. Panço esniyor, arada bir bakıp başını çeviriyor... Cesar'dan öğrendiğime göre bu iyi bir şey... ilgisi kedinin üzerinde sabitlenmiş değil. Ama kızın ilgisi tam anlamıyla sabitlenmiş... Tıp denmiş gibi başı köpeğe dönük bakışlarıyla onu olduğu yere mıhlamaya karar vermiş sanki. 
Sonunda yorulup kapıyı kapatan ben oluyorum. 
Bir başka gün, oğlanı içeri davet ediyorum, yatak odasına kadar götürüp yatağın üstündeki kızla bir karşılaşma daha yaşatıyorum. Nedense ağlamaklı sesler çıkartıyor. (bu şifreyi çözemedim henüz) ama geri geri çıkıyor odadan... Eh bu da iyi bir şey... uzaklaşıyor. 
Ve bu gece!
Radikal bir kararla kızı kucaklayıp salona getiriyorum. Aylardır ayak basmadığı topraklara geri dönüş!
Panço sahte kemiğiyle eskiden kızımın yastıklarına el koyduğu kanepenin üzerinde... A, bana ödül mü getirdin? bakışıyla kemiği falan unutup öyle bir atlıyor ki aşağıya... Uçan tekmem hazır! Siktir lan! Git! Yürü! Böğrüne ufak bir dokunuş tekmeyle! (ufak olduğu kesin! sıkı olsaydı hönk diye kalırdı) Geri gidiyor. Biz de üstüne yürüyoruz kızımla... Kızım da haddini bildiriyor FIFFF! aa, bu tıslamayı iyi bilirim ben! kızıma yardım ediyorum hemen. Aynı tıslamanın daha güçlüsü benden çıkıyınca oğlan yine kanapeye çıkıyor. Kemik? hah! beklesin. Ayak ayak ütüne atıp, başını da dayıyor üzerlerine, karşısına oturan bize bakıyor. Daha doğrusu kucağımda iyice top olmuş kızıma! Sonra bana göz atıyor. "Neden kucağında? onu daha mı çok seviyorsun? demek böyle ha?!" Aynen böyle koçum, o benim kraliçem, ona yaklaş seni parça pinçik ederim! 
Kalbim çarpıyor, ter basıyor! Ama kontrollü ve sakini oynuyorum karşısında. Televizyon izliyorum. Hay anasını satayım, kumanda masanın üzerinde kalmış, bari haberler olmasıydı karşımda... siniri bozuluyor insanın. Kader! İzle... biryandan kız okşanıp sakin kalması sağlanıyor, bir yandan oğlanın bakışları kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Biri daha olmalı evde ki tasmasından çekip ilgisini uzaklaştırsın. Yok. Ne yapalım? Sehpanın üzerindeki eşyalar ne güne duruyor. Al kalemi fırlat! Hasss! ulan bu kalemi ısırırsa tüm mürekkep koltuğa bulaşacak! Satmışım anasını, bulaşsın! Kızıma bulaşmasından daha iyi. Kalemi ne halt edeyim şimdi diye incelemesi işe yarıyor, kemiği aklına geliyor. Çatı çutur onu hallederken kızım onu seyrediyor... "Bu cehennem kaçkınını hangi salak evin içine sokar? diye düşündüğünden adım gibi eminim! 

Sonunda kemik bitiyor. 
Bir lokma bir şey yese bile arkasından su içmek gibi bir adeti olan Panço kanepeden inip suyuna giderken kızın hafiften irkildiğini, salondan çıkar çıkmaz, derin bir soluk alıp verdiğini farkediyorum. O göreceli olarak rahatladı ama, ben Panço'nun dönüşünü kollamaya devam ediyorum. Çünkü onun trafiği doğrudan bizim yanımıza olabilir. O zaman neler olacağının senaryosunu yazmaya başlıyorum. Gelip kızı koklamak isteyebilir.

 A) ben itiraz edip dürterim
B) kız itiraz edip tırmık atar
C) hepimizden daha hızlı davranıp kıza diş atar
D) hiçbiri olmaz... 

Netekim, olmadı. Bizim kucak kucağa muhabbetimize ince sesle sitemlerini gönderip koridorda yattı. 
Biraz daha kızımla oturup inziva yerine götürdüm yine... Aynı odada en uzun süreyi az çok başarılı denebilecek biçimde atlattık. Hergün buna benzer alıştırmaları yapma niyetindeyim. 
Kızı taşıma çantasıyla salona getirip oğlanı da tasma marifetiyle adam etmek gibi bir denemeye tabii tutacağım. Cesar'ın yaptığı gibi... Bu konuda ilgisi tehlikeli olan tek yaratık Panço. Kucağımda gördüğünde de nedense av, ödül, yemek muamelesi yapıyor. kızın kraliçe olduğunu anlatmak lazım! 
Yoksa işler en üstteki resme döner! 


31 Ekim 2011 Pazartesi

tarçın kokusu


Bugün çok keyifliydik... 
Panço ben mutfaktaysam çok mutlu oluyor. Kapının önüne yatıp her hareketimi izliyor. İlla ona da bir lokma bir şey düşer bekliyor belki ama, vermezsem de itirazı yok. Sanki benim gibi o da kokulara düşkün. bir gün önceden hazırladığım tarçınlı kurabiye hamurunu açıp pişirirken çok meraklandı. Keskin bir tarçın kokusu vardı. Ama tadını bilmiyordu. Fırından çıkıp soğuttum ve bir parça verdim. Surat ifadesi ilk yediğinde "bu ne menem bir şey yahu"dan, "ee, daha var mı?"ya dönüştü. Böylece testi geçtim. Bir de fırın doğru dürüst olsa... Arka tarafta kalanların dibini hafif yakarken öndekiler "bekle biz daha pişmedik" diyor... Yine de kurtardık... 


Akşamüstü yürüyüşümüzü yaptık ve eve döndüğümüzde kapıyı açar açmaz tarçın kokusu karşıladı bizi. Aman Tanrım! Ne güzel koku bu! 

Tarçın çubuklarıyla süslenmiş mumlarla evi mis gibi kokutmak mümkünmüş... 
Ama bence koku mutfaktan yayıldığında ev yuvaya dönüyor.  Bence huzur ve neşe için tarçınlı kurabiye pişirilmeli arada bir. 
Tarçının faydaları da şunlarmış: 
Tarçın ferahlık verir ve iştah açar. El ve ayaklardaki titremeleri ve damar tıkanıklığını önler. Mide rahatsızlıklarına ve karın ağrılarına iyigelir. Bağırsak kurtlarının dökülmesine ve bağırsak iltihaplarının iyileşmesine yardımcı olur. Cinsel isteği arttırır. Gaz söktürücüdür. Kötü kokuları, öksürüğü ve ishali keser. Vücut direncini arttırır. Soğuk algınlığı ve nezleye karşı yararlıdır. Kan Şekerini dengeleyen Tarçın, şeker hastaları için çok faydalıdır.


Fayda kısmı işi soğuklaştırıyor. Bence sırf kokusu için bile evimizde olmayı hakediyor tarçın. Hatırı kalmasın vanilya da mest ediyor mutfakta... 


Haftaya vanilyalı bir tarif denemeliyim... 

28 Ekim 2011 Cuma

güzel bir hafta başlasın artık...

Anneler güzeldir.
Anneler dünyayı güzelleştirir .
Bu hafta en çok anneler üzüldü. Enkaz altında kaldılar. Enkaz altında bebek emzirdiler... Tükürükleriyle bebeklerini hayatta tutmayı keşfettiler. 
Yıkıntılar altından kızlarının cesetlerini elleriyle çıkardılar. 
Unutmayalım diye... 
Her canlının annesi ve yavrusu kutsaldır. 


Annesinin kulakları gibi dik olsun diye... 


Gözleri uzaklara dalan birinin, yakınlarda olmayan bir hikayesi vardır... "melekler şehri"


Firavun faresi olmayı öğrenmek kolay mı? Ailenin güvenliği için nöbet tutmayı ve dikkatli olmayı doğar doğmaz öğreneceksin. 


Sanatçısını kaydetmeyi unutmuşum... 


Bilimkurgu filminden bir kare gibi... Sözcüklerinin, felsefelerinin, dertleri ve sevinçlerinin bizimkilerle ortak olduğuna kalıbımı basarım!


Bir sıpadan daha güzel bir şey var mı?


Evet var... bir diğer sıpa


buna yazılacak tek kelime: Aşk! 

26 Ekim 2011 Çarşamba

mutfak günleri...


Bazen duyguların üzerine o denli baskı gelir ki, direnmek çok büyük enerji gerektirir. 
Yıkılmazsın belki ama yorulursun.
Beynini, kalbini, ruhunu dinlendirmek istersin.
En güzel yer mutfaktır öyle anlarda... 
Sıcak, nemli, aromalı... 
Bence evlerin en büyük, en aydınlık, en rahat oturulacak yeri olmalı mutfak... 
Ya da bir köşesine sığınabileceğin küçücük bir masası ve sandalyesi olmalı... 
Ayağının altında oturan güzel sıcak yaratıklar da olursa hele... senin yanındaki sandalyeye yerleşmiş bir kedi, gözünün içine bakan bir köpek, tepene tünemiş bir kuş, duvarda bir kertenkele, saksının içinde kış uykusuna yatmış bir kaplumbağa... 
Onlarla birlikte sessizce oturup dünyayı dinlemek...
Onları dinlemek...
Kendini dinlemek... 
Sessizliği dinlemek...


Dünyaya ait olanlarla birlikte insan ruhunu düzene sokabiliyor ancak. 
Doğaya ait olmayı, doğal olmayı, dünyanın nabzını duymayı ve enerjiyle birlikte akmayı öğreniyor...
Kıvamı tuttururken, ateşi ayarlarken, pişmelerini beklerken aslında kendine tat katıyorsun.
Tuzun, ateşin, suyun ruhunu gördüğünü varsayarken, aslında gördüğün kendi ruhun. 
Ne yumuşak, ne güzel bir tanışmadır o!

14 Ekim 2011 Cuma

sonbahar...mı?

İstanbul'da sonbahar biraz tuhaf... ya da son yıllarda öyle oldu... son güne kadar 25-27 derece... sabah ya da akşamlar serin... Sokakta hala askılı bluzlarla gezenleri de görüyorsun, ceketlileri hatta pardesü giyenleri de... Giyinmesi en zor mevsimlerden biri... kışlıkları mı çıkartacaksın, yazlıkları ne zamana kadar tutacaksın falan... acayip bir salaklık dönemi... sonra bir gün kalkarsın Aa! kış gelmiş. Kaloriferler yanıyor! Dün balkonda çiçekleri sularken güneş vardı... Sonca dence çoşmuş benim sardunyalar... Onları uğurlamadan önce kayıt altına almak istedi canım. 


Sardunyalarım keyifli...


Cam güzeli geçen yılı kışı mutfağımda geçirmişti... bu yıl da içeriye transfer olacak... içerde mutsuz oluyor, yapraklarını döküyor ama, soğukta ölmesindense, içerde paspal olması daha iyi :)) baharda topluyor kendini... 


küçük saksıdaki de dayanıklı... kalender çiçekleri seviyorum. her koşula ayak uyduruyorlar :)


Kırmızı-mor küpemin son çiçekleri... bu yıl yer değiştirdi, diğer balkonlar çok rüzgarlı... bakalım kışı nasıl geçirecek... yaprak ve dal kısmı zayıf görünüyor. Neye ihtiyacı var bilmiyorum, ama çiçek konusunda cömert. 


Ve evin son çiçeği :))) 
Ne çiçek ama! Hep yatarken çekiyordum fotoğrafını. Ne zaman mutfağa girsem kapıda durup bana bakışına ve bir şeyler beklemesine bayılıyordum. Gerçi bu bakış onun yarısı bile değil ama, olsun, kandırdım. Rüşvetini bekliyor! İrileşmiş gibi değil mi? Kaburgaları et ve yağ bağlamış... bilenler öyle dediler. Tüyleri uzuyor. Artık yele oluşmaya başladı, avuçlayıp çekiştirebiliyorum. O da benimle Star Wars'un maymun adamı lisanıyla konuşuyor! 


Rüşvetini, yani ödülünü aldıktan sonra ilk günden itibaren son hız kanapeye atlıyor, orda yiyor. Oyuncakları da orda... Gerçi onlarla çok ilgili yok ama, kemirme kemiklerini es kaza sehpanın üzerine koyarsam, usulca ordan alıp kanepenin üzerine bıraktığına tanık oldum. Demek orası özel bir yer onun için. Kemiğini örtünün altına saklamıyor gerçi ama, açıkta bile güvende olduğunu düşünüyor. 


Yakışıklı değil mi? 
Son günlerde ilginç gelişmeler yaşadık... Üç ayı geçti artık yaşam ortaklığımız. İlk ayında bir bahçede başka bir köpekle oynasın diye bıraktığımda tırısa kalkıp kapı parmaklıklarından kaçmıştı... Bu ayın başlarında aynı köpekle, aynı bahçede bir deneme daha yapıldı... Ve Panço'nun gemi çözüldüğünde tırısa kalkmayı sevdiği belli oldu... Otoparkta koşarken baktım da... vay be! tay gibi! çok güzel koşuyor! Baş dimdik. Bacaklar hep aynı açıda havada... çok güzeldi! Komşum benden daha çok telaşlandı! Eh once Cesar izledik di mi? Heyecan yok! Kararlılık var. "Panço! Bekle!" dedim. Ve durdu! Parmaklıklardan geçmedi. Beni bekledi! YEhooo!
Bağırmadım tabii ki. İçimden çoştum. Yanına yürüyüp tasmasını taktım ve çıkıp gittik. Oyun yine yarım kaldı. Üçüncü denemede başaracağız inanıyorum :) 
İkinci güven testi de iki gün önce başıma geldi. Tam apartmana girdiğimizde eğitim tasması ne hikmetse birden boşalıverdi, tasma elimde kaldı. İkimizde şaşkın birbirimize baktık. Yine bozuntuya vermedim. "Hadi yürü!" dedim. Tıpış tıpış yanımda çıktı merdivenleri, aşağıya kapıya gideyim, aman da burda ne varmış falan numaraları yapmadı. Kapıyı açmamı bekledi ve girdi :)) Üç ay için iyi gelişme herhalde bunlar. 


Bugün hava yağmurlu... çiselerken sabah yürüyüşümüzü yaptık. Hava soğumaya başlayınca yatağının üzerine koyduğum eski battaniyeye daha çok ilgi göstermeye başladı. Cicili bicili yataklardan alamadım. Çünkü yine İ.P.A.Y dehşet üçgenindeyim... İPAY'nın açılımı şöyle, İşyok, Parayok, Aşk yok. Hayatımın klasiği! (gerçi iş var ama, henüz parası yok :) Bu da klasiktir. Ama bu iş çok heyecan verici... İyi ki geldi!)
İPAY varsa, çare de var. Eski perdeler devreye girer. Kirli çıkı olmanın yararı var derim hep. Saklayacaksın ama istif etmek için değil, günü geldiğinde değerlendirmek için... o perde dikildi, içine elyaf alındı 2 kilo kadar... Hatta Pançoyla gittik alışverişe... Kapı önünden alışveriş etmeye alıştık. Esnaf da memnun. Panço da... iki kez değil üç kez dışarı çıkmış oluyor. Diktim, doldurdum... sevmediğim kapitone yatak örtüsü de doğrandı kılıf oldu, ama kenarına henüz fermuar ya da cırt cırt yapmadım çünkü çok yumuşak oldu anasını satayım. oğlan yatınca gömülüyor. belki içine bir sünger kestirip koyarım dedim. O yüzden öyle duruyor. Ama Panço giderek alışmaya başladı yatağına. Üzerine battaniyeyi de atınca daha tok oldu sanırım. İdare ediyoruz işte. 
Tam bunu yazarken bir telefon geldi. İPAY dedik ya... Tüy dikti. Eskiden telefon numaraları muhtarlık gibiydi hep aynı mahallede kalmak zorundaydı ya... Eski mahallemde, eski komşuma bıraktığım telefonun borcu yüzünden bu yakada telefon bağlatamamıştım kendime... Komşunun üzerine devrettiğim için de ben gidip kapatamamıştım... uzun hikaye... burda benim için bir başkası almıştı telefonu... gel zaman git zaman benim eski telefon kapatıldı. yine taşındım. Bu kez telefon aldım kendime, çünkü devir için o arkadaşı bulamamıştım... sonunda o arkadaş beni buldu. Haciz mektubu almış... benim yıllardır kullanmadığım telefonun borcu çıkmış... mümkün değil. Otomatik ödemedeydi diyorum... Hiç borcu yoktu. sabit ücreti unutmuşum. Uyuzlar! 
Yahu Türkiye de yaşamak mı zor? Ben mi beceremedim? 
Kıl yumağına döndüm yine!

8 Ekim 2011 Cumartesi

Yasemin'in aynası


Ayna bitti yerine ulaştı... Şimdi sıra yapım öyküsünde... Çünkü Yasemin çok merak etti. 
Efendim, öncelikle basit ya da iyi kalite bir resim defteri ya da kağıtlarını istediğiniz renklerde suluboya ya da akrilik boyalarla şakada şukada boyuyorsunuz. Tam anlamıyla şakada şukada olmalı... ton farkı olsun diye...  İyi cins bir resim defteriniz varsa parçalarınız daha kalın olur, bakkal tipi olanlar ise ince... Tercih sizin.


Şakada şukada boyanan kağıtlar, cırt cırt yırtılıyor... Renkleri ayrı yerlerde biriktirmek daha mantıklı, çünkü insan ararken kafayı yiyebilir. Ve sonra bildiğiniz mozaik çalışması başlıyor. Uygun boy ve biçimde kağıtları tonlarına göre bir araya getirip tek tek arkalarına ahşap tutkalı sürüp yerlerine yapıştırıyorsunuz. Yapıştırılan yerin altı beyaz tabii ki... aralık bırakıyorsunuz ki, sonradan derz gibi görünsün. kağıtlar koparılırken etraflarında beyaz kısım kalabiliyor, hiç önemli değil. arada kaynayıp gidiyor. 


Grupladığınız kağıtlardan şekli uymayan varsa, sağından solundan yırtmak da mümkün... onca kopuk parçanın arasından arayıp uygununu bulmak da... yaparken ki ruh halinize bağlı... ilk grup ortaya çıkınca ilerlemek daha keyifli çünkü artık, desen size renkleri söylemeye başlıyor... buraya bir sarı, şuraya bir eflatun... 


Hiç bir çiçek diğerine benzemiyor...


onca yeşil yaprak olur mu? arada sarılar da var. 


Arada bir yaprak da çiçeklerden düşmüş olur... iki yapraklı kalmış olur... renk değiştirmiş olur... Eğlenceli yani...  kendi yarattığınız bahçenin öyküsünü de yazıyorsunuz


Ayna biter çerçeveciye gidilir, ayna tıkılır. Ama üstü naylonla gayet sıkı sarıldığı için açılıp fotoğrafları çekilemez... Ayna ayrıntıları Yasemin ve kocasına ait... Çok sevindim. Bir tek ben değilmişim flu çeken :))) 


Gönderdikleri fotoğrafların altında bir de bu muhteşem sultan vardı. "Bu ayna değil" notuyla birlikte :))) 
Bence hayvanlar, hayatta bulunabilecek en güzel aynalardır...
Kim olduğunuzu, nasıl hissettiğinizi size gösterirler. 
Yasemin artık atölye'deki kursa gidiyor. 
Bu aynayı yatak odasında değerlendireceğine göre... O aynayla takım bir kutu yakışır odaya... 
Kağıtları benden... 


6 Ekim 2011 Perşembe

sohbet...


"Ce-eee!"


"Aaa! hahahaha!
"Niye gülüyorsun?
"Kulaklara baaak!"
"Sen deve misin?"
"Hayır! Nerem deve salak?"
"Boşver! Hadi iyi günler!"

25 Eylül 2011 Pazar

aşılar ve veterinerlik

Cesar Millan'ın kitabında çok ilginç bir bölüme rastladım. Paylaşmak istiyorum. 
"Smith Ridge'deyken Dr. Marty bana yıllar içinde toplanmış hayvanların resimli vaka analizlerini ve aslında tedavi edici olması gereken aşıların onları nasıl yaraladığını, hasta ettiğini, hatta öldürdüğünü ortaya koyan tomar tomar araştırma gösterdi. "Size ne kadar sıklıkla bu kliniğe her şeyi ortaya koyan semptomlarla -ateş, sertleşmiş ya da ağrılı eklemler, uyuşukluk ya da iştah eksikliği gibi- hasta hayvanlar getirildiğini anlatamam" diyor dr.Marty. 1999 yılında yazdığı mükemmel kitabı The Natire of Animal Healing'de hasta köpeğe yakın tarihti aşı yapıldığını söylediğinde sahiplerinin ona kahinmiş gibi baktığını yazmış. Dr Marty aynı sıklıkla dejeneratif artrit, ilerlemiş alerjiler, oral rahatsızlıklar, böbrek ya da karaciğer yetmezlikleri, hatta kanser gibi kronik rahatsızlıkları olan kedi ve köpekleri de gördüğünü söylüyor. "aşıları mı suçlamalıyız? Öyle olduğunu ispatlayamam. Fakat uzan zaman önce aradaki bağlantıdan şüphelendim ve tedaviyi buna göre değiştirdim. Kısa bir süre sonra inanilmaz bir şey oldu ve o her şeyi ortaya koyan semptomlar kaybolmaya başladı." 

2003 yılında, Carine Veterinary Task Force of the American Animal Hospital Assosiation sonunda bir adım attı ve aşılamayla ilgili değişmekte olan anlayışla yüzleşti. Birlik 2006 yılında resmi bir rapor yayınladı ve özetle aşağıdaki ifadeleri duyurdu. 
 - Etiketlerinde aşıların her yıl tekrarlanması gerektiğini belirten ilaç firmalarının tavsiyelerini destekleyen herhangi bir bilimsel bulgu yoktur. 
- Çok fazla sayıda bulgu ilk 6 aydan sonra yapılan aşıların 7 (yedi) yaşına kadar yeterli olduğunu, hatta ömür boyu eetkilerinin sürebileceğini göstermektedir. 
- Üç yıllık aralardan daha sık hiçbir aşılamanın yapılmaması şiddetle tavsiye olunur. 
Dr. Ronald Schultz ve diğer uzmanlar bu tavsiyeleri biraz daha genişleterek "daha sık" yerine "bir daha asla!" ifadesinin daha doğru olacağına işaret ediyorlar



Bu konu oldukça uzun... Lütfen kitabı alıp okuyun ya da internette araştırın kedi-köpek sahipleri... Panço'nun kulağındaki küpe çıkartıldıktan sonra araştırma yapıp kuduz aşının henüz yeni (1,5-2 ay önce) yapıldığını öğrenmem ne kadar isabet olmuş! 
Ve "ne farkeder, bir kuduz aşısı daha olsun!" diyen veterinere kulak asmamam ne kadar ... 
Bir aşı parası az aldı çok yazık oldu! 
Demek onun için beni kötü sahip ilan ediyorlar! 
Kedilerime asla aşı yaptırmadım! 
Çünkü bir kara kedim ya bayat ya da dozu farklı bir kuduz aşısı yüzünden kuduz belirtileri göstermişti. 

Kitapta 10 yaşındaki bir köpeğin kanı incelendiğinde üç ömre yetecek kadar kuduz bağışıklığı olduğunun görüldüğü de anlatılıyor. 

Büyürken çiçek, kızamık, felç aşılarını oluyoruz ya... Bunların her yıl tekrarlandığını düşünün! Bizi ömür boyu bu hastalıklardan muaf kulan aşılar el kadar hayvanları neden korumuyor? 
Koruyormuş... Mesele ilaç firmalarının yalanıymış! 
 Mesele, araştırma yapmaktan kaçan bilim adamları imiş... 
Mesele araştırmaları yayınlamayanlarmış... 
Ve bir de bu yalanları sürdürerek para kazanmayı etik sanan veterinerler... 
Yazık be! bilime de inanmayacaksak, ne kaldı geriye? 

Hepiniz uyuz olun emi!

24 Eylül 2011 Cumartesi

kutu kutu pense...


Harika'nın yılbaşı hediyesinin kutusu! Üzerinde motosiklet olan mug zaten şahaneydi ama, kutusu da çok cazipti. Küçük bağımsız bir çekmece! Ve bir kaç ay önce Nezih'te bulduğum puanlı kağıtlar! Bugün birden işe koyuldum...


Yarım saat içinde bu hale geldi. :) Bir sürü ıvır zıvır alır içine. Düğmeleri koymayı düşünüyorum. 
Basit olan güzeldir.