31 Ekim 2011 Pazartesi

tarçın kokusu


Bugün çok keyifliydik... 
Panço ben mutfaktaysam çok mutlu oluyor. Kapının önüne yatıp her hareketimi izliyor. İlla ona da bir lokma bir şey düşer bekliyor belki ama, vermezsem de itirazı yok. Sanki benim gibi o da kokulara düşkün. bir gün önceden hazırladığım tarçınlı kurabiye hamurunu açıp pişirirken çok meraklandı. Keskin bir tarçın kokusu vardı. Ama tadını bilmiyordu. Fırından çıkıp soğuttum ve bir parça verdim. Surat ifadesi ilk yediğinde "bu ne menem bir şey yahu"dan, "ee, daha var mı?"ya dönüştü. Böylece testi geçtim. Bir de fırın doğru dürüst olsa... Arka tarafta kalanların dibini hafif yakarken öndekiler "bekle biz daha pişmedik" diyor... Yine de kurtardık... 


Akşamüstü yürüyüşümüzü yaptık ve eve döndüğümüzde kapıyı açar açmaz tarçın kokusu karşıladı bizi. Aman Tanrım! Ne güzel koku bu! 

Tarçın çubuklarıyla süslenmiş mumlarla evi mis gibi kokutmak mümkünmüş... 
Ama bence koku mutfaktan yayıldığında ev yuvaya dönüyor.  Bence huzur ve neşe için tarçınlı kurabiye pişirilmeli arada bir. 
Tarçının faydaları da şunlarmış: 
Tarçın ferahlık verir ve iştah açar. El ve ayaklardaki titremeleri ve damar tıkanıklığını önler. Mide rahatsızlıklarına ve karın ağrılarına iyigelir. Bağırsak kurtlarının dökülmesine ve bağırsak iltihaplarının iyileşmesine yardımcı olur. Cinsel isteği arttırır. Gaz söktürücüdür. Kötü kokuları, öksürüğü ve ishali keser. Vücut direncini arttırır. Soğuk algınlığı ve nezleye karşı yararlıdır. Kan Şekerini dengeleyen Tarçın, şeker hastaları için çok faydalıdır.


Fayda kısmı işi soğuklaştırıyor. Bence sırf kokusu için bile evimizde olmayı hakediyor tarçın. Hatırı kalmasın vanilya da mest ediyor mutfakta... 


Haftaya vanilyalı bir tarif denemeliyim... 

28 Ekim 2011 Cuma

güzel bir hafta başlasın artık...

Anneler güzeldir.
Anneler dünyayı güzelleştirir .
Bu hafta en çok anneler üzüldü. Enkaz altında kaldılar. Enkaz altında bebek emzirdiler... Tükürükleriyle bebeklerini hayatta tutmayı keşfettiler. 
Yıkıntılar altından kızlarının cesetlerini elleriyle çıkardılar. 
Unutmayalım diye... 
Her canlının annesi ve yavrusu kutsaldır. 


Annesinin kulakları gibi dik olsun diye... 


Gözleri uzaklara dalan birinin, yakınlarda olmayan bir hikayesi vardır... "melekler şehri"


Firavun faresi olmayı öğrenmek kolay mı? Ailenin güvenliği için nöbet tutmayı ve dikkatli olmayı doğar doğmaz öğreneceksin. 


Sanatçısını kaydetmeyi unutmuşum... 


Bilimkurgu filminden bir kare gibi... Sözcüklerinin, felsefelerinin, dertleri ve sevinçlerinin bizimkilerle ortak olduğuna kalıbımı basarım!


Bir sıpadan daha güzel bir şey var mı?


Evet var... bir diğer sıpa


buna yazılacak tek kelime: Aşk! 

26 Ekim 2011 Çarşamba

mutfak günleri...


Bazen duyguların üzerine o denli baskı gelir ki, direnmek çok büyük enerji gerektirir. 
Yıkılmazsın belki ama yorulursun.
Beynini, kalbini, ruhunu dinlendirmek istersin.
En güzel yer mutfaktır öyle anlarda... 
Sıcak, nemli, aromalı... 
Bence evlerin en büyük, en aydınlık, en rahat oturulacak yeri olmalı mutfak... 
Ya da bir köşesine sığınabileceğin küçücük bir masası ve sandalyesi olmalı... 
Ayağının altında oturan güzel sıcak yaratıklar da olursa hele... senin yanındaki sandalyeye yerleşmiş bir kedi, gözünün içine bakan bir köpek, tepene tünemiş bir kuş, duvarda bir kertenkele, saksının içinde kış uykusuna yatmış bir kaplumbağa... 
Onlarla birlikte sessizce oturup dünyayı dinlemek...
Onları dinlemek...
Kendini dinlemek... 
Sessizliği dinlemek...


Dünyaya ait olanlarla birlikte insan ruhunu düzene sokabiliyor ancak. 
Doğaya ait olmayı, doğal olmayı, dünyanın nabzını duymayı ve enerjiyle birlikte akmayı öğreniyor...
Kıvamı tuttururken, ateşi ayarlarken, pişmelerini beklerken aslında kendine tat katıyorsun.
Tuzun, ateşin, suyun ruhunu gördüğünü varsayarken, aslında gördüğün kendi ruhun. 
Ne yumuşak, ne güzel bir tanışmadır o!

14 Ekim 2011 Cuma

sonbahar...mı?

İstanbul'da sonbahar biraz tuhaf... ya da son yıllarda öyle oldu... son güne kadar 25-27 derece... sabah ya da akşamlar serin... Sokakta hala askılı bluzlarla gezenleri de görüyorsun, ceketlileri hatta pardesü giyenleri de... Giyinmesi en zor mevsimlerden biri... kışlıkları mı çıkartacaksın, yazlıkları ne zamana kadar tutacaksın falan... acayip bir salaklık dönemi... sonra bir gün kalkarsın Aa! kış gelmiş. Kaloriferler yanıyor! Dün balkonda çiçekleri sularken güneş vardı... Sonca dence çoşmuş benim sardunyalar... Onları uğurlamadan önce kayıt altına almak istedi canım. 


Sardunyalarım keyifli...


Cam güzeli geçen yılı kışı mutfağımda geçirmişti... bu yıl da içeriye transfer olacak... içerde mutsuz oluyor, yapraklarını döküyor ama, soğukta ölmesindense, içerde paspal olması daha iyi :)) baharda topluyor kendini... 


küçük saksıdaki de dayanıklı... kalender çiçekleri seviyorum. her koşula ayak uyduruyorlar :)


Kırmızı-mor küpemin son çiçekleri... bu yıl yer değiştirdi, diğer balkonlar çok rüzgarlı... bakalım kışı nasıl geçirecek... yaprak ve dal kısmı zayıf görünüyor. Neye ihtiyacı var bilmiyorum, ama çiçek konusunda cömert. 


Ve evin son çiçeği :))) 
Ne çiçek ama! Hep yatarken çekiyordum fotoğrafını. Ne zaman mutfağa girsem kapıda durup bana bakışına ve bir şeyler beklemesine bayılıyordum. Gerçi bu bakış onun yarısı bile değil ama, olsun, kandırdım. Rüşvetini bekliyor! İrileşmiş gibi değil mi? Kaburgaları et ve yağ bağlamış... bilenler öyle dediler. Tüyleri uzuyor. Artık yele oluşmaya başladı, avuçlayıp çekiştirebiliyorum. O da benimle Star Wars'un maymun adamı lisanıyla konuşuyor! 


Rüşvetini, yani ödülünü aldıktan sonra ilk günden itibaren son hız kanapeye atlıyor, orda yiyor. Oyuncakları da orda... Gerçi onlarla çok ilgili yok ama, kemirme kemiklerini es kaza sehpanın üzerine koyarsam, usulca ordan alıp kanepenin üzerine bıraktığına tanık oldum. Demek orası özel bir yer onun için. Kemiğini örtünün altına saklamıyor gerçi ama, açıkta bile güvende olduğunu düşünüyor. 


Yakışıklı değil mi? 
Son günlerde ilginç gelişmeler yaşadık... Üç ayı geçti artık yaşam ortaklığımız. İlk ayında bir bahçede başka bir köpekle oynasın diye bıraktığımda tırısa kalkıp kapı parmaklıklarından kaçmıştı... Bu ayın başlarında aynı köpekle, aynı bahçede bir deneme daha yapıldı... Ve Panço'nun gemi çözüldüğünde tırısa kalkmayı sevdiği belli oldu... Otoparkta koşarken baktım da... vay be! tay gibi! çok güzel koşuyor! Baş dimdik. Bacaklar hep aynı açıda havada... çok güzeldi! Komşum benden daha çok telaşlandı! Eh once Cesar izledik di mi? Heyecan yok! Kararlılık var. "Panço! Bekle!" dedim. Ve durdu! Parmaklıklardan geçmedi. Beni bekledi! YEhooo!
Bağırmadım tabii ki. İçimden çoştum. Yanına yürüyüp tasmasını taktım ve çıkıp gittik. Oyun yine yarım kaldı. Üçüncü denemede başaracağız inanıyorum :) 
İkinci güven testi de iki gün önce başıma geldi. Tam apartmana girdiğimizde eğitim tasması ne hikmetse birden boşalıverdi, tasma elimde kaldı. İkimizde şaşkın birbirimize baktık. Yine bozuntuya vermedim. "Hadi yürü!" dedim. Tıpış tıpış yanımda çıktı merdivenleri, aşağıya kapıya gideyim, aman da burda ne varmış falan numaraları yapmadı. Kapıyı açmamı bekledi ve girdi :)) Üç ay için iyi gelişme herhalde bunlar. 


Bugün hava yağmurlu... çiselerken sabah yürüyüşümüzü yaptık. Hava soğumaya başlayınca yatağının üzerine koyduğum eski battaniyeye daha çok ilgi göstermeye başladı. Cicili bicili yataklardan alamadım. Çünkü yine İ.P.A.Y dehşet üçgenindeyim... İPAY'nın açılımı şöyle, İşyok, Parayok, Aşk yok. Hayatımın klasiği! (gerçi iş var ama, henüz parası yok :) Bu da klasiktir. Ama bu iş çok heyecan verici... İyi ki geldi!)
İPAY varsa, çare de var. Eski perdeler devreye girer. Kirli çıkı olmanın yararı var derim hep. Saklayacaksın ama istif etmek için değil, günü geldiğinde değerlendirmek için... o perde dikildi, içine elyaf alındı 2 kilo kadar... Hatta Pançoyla gittik alışverişe... Kapı önünden alışveriş etmeye alıştık. Esnaf da memnun. Panço da... iki kez değil üç kez dışarı çıkmış oluyor. Diktim, doldurdum... sevmediğim kapitone yatak örtüsü de doğrandı kılıf oldu, ama kenarına henüz fermuar ya da cırt cırt yapmadım çünkü çok yumuşak oldu anasını satayım. oğlan yatınca gömülüyor. belki içine bir sünger kestirip koyarım dedim. O yüzden öyle duruyor. Ama Panço giderek alışmaya başladı yatağına. Üzerine battaniyeyi de atınca daha tok oldu sanırım. İdare ediyoruz işte. 
Tam bunu yazarken bir telefon geldi. İPAY dedik ya... Tüy dikti. Eskiden telefon numaraları muhtarlık gibiydi hep aynı mahallede kalmak zorundaydı ya... Eski mahallemde, eski komşuma bıraktığım telefonun borcu yüzünden bu yakada telefon bağlatamamıştım kendime... Komşunun üzerine devrettiğim için de ben gidip kapatamamıştım... uzun hikaye... burda benim için bir başkası almıştı telefonu... gel zaman git zaman benim eski telefon kapatıldı. yine taşındım. Bu kez telefon aldım kendime, çünkü devir için o arkadaşı bulamamıştım... sonunda o arkadaş beni buldu. Haciz mektubu almış... benim yıllardır kullanmadığım telefonun borcu çıkmış... mümkün değil. Otomatik ödemedeydi diyorum... Hiç borcu yoktu. sabit ücreti unutmuşum. Uyuzlar! 
Yahu Türkiye de yaşamak mı zor? Ben mi beceremedim? 
Kıl yumağına döndüm yine!

8 Ekim 2011 Cumartesi

Yasemin'in aynası


Ayna bitti yerine ulaştı... Şimdi sıra yapım öyküsünde... Çünkü Yasemin çok merak etti. 
Efendim, öncelikle basit ya da iyi kalite bir resim defteri ya da kağıtlarını istediğiniz renklerde suluboya ya da akrilik boyalarla şakada şukada boyuyorsunuz. Tam anlamıyla şakada şukada olmalı... ton farkı olsun diye...  İyi cins bir resim defteriniz varsa parçalarınız daha kalın olur, bakkal tipi olanlar ise ince... Tercih sizin.


Şakada şukada boyanan kağıtlar, cırt cırt yırtılıyor... Renkleri ayrı yerlerde biriktirmek daha mantıklı, çünkü insan ararken kafayı yiyebilir. Ve sonra bildiğiniz mozaik çalışması başlıyor. Uygun boy ve biçimde kağıtları tonlarına göre bir araya getirip tek tek arkalarına ahşap tutkalı sürüp yerlerine yapıştırıyorsunuz. Yapıştırılan yerin altı beyaz tabii ki... aralık bırakıyorsunuz ki, sonradan derz gibi görünsün. kağıtlar koparılırken etraflarında beyaz kısım kalabiliyor, hiç önemli değil. arada kaynayıp gidiyor. 


Grupladığınız kağıtlardan şekli uymayan varsa, sağından solundan yırtmak da mümkün... onca kopuk parçanın arasından arayıp uygununu bulmak da... yaparken ki ruh halinize bağlı... ilk grup ortaya çıkınca ilerlemek daha keyifli çünkü artık, desen size renkleri söylemeye başlıyor... buraya bir sarı, şuraya bir eflatun... 


Hiç bir çiçek diğerine benzemiyor...


onca yeşil yaprak olur mu? arada sarılar da var. 


Arada bir yaprak da çiçeklerden düşmüş olur... iki yapraklı kalmış olur... renk değiştirmiş olur... Eğlenceli yani...  kendi yarattığınız bahçenin öyküsünü de yazıyorsunuz


Ayna biter çerçeveciye gidilir, ayna tıkılır. Ama üstü naylonla gayet sıkı sarıldığı için açılıp fotoğrafları çekilemez... Ayna ayrıntıları Yasemin ve kocasına ait... Çok sevindim. Bir tek ben değilmişim flu çeken :))) 


Gönderdikleri fotoğrafların altında bir de bu muhteşem sultan vardı. "Bu ayna değil" notuyla birlikte :))) 
Bence hayvanlar, hayatta bulunabilecek en güzel aynalardır...
Kim olduğunuzu, nasıl hissettiğinizi size gösterirler. 
Yasemin artık atölye'deki kursa gidiyor. 
Bu aynayı yatak odasında değerlendireceğine göre... O aynayla takım bir kutu yakışır odaya... 
Kağıtları benden... 


6 Ekim 2011 Perşembe

sohbet...


"Ce-eee!"


"Aaa! hahahaha!
"Niye gülüyorsun?
"Kulaklara baaak!"
"Sen deve misin?"
"Hayır! Nerem deve salak?"
"Boşver! Hadi iyi günler!"