Nevarin'in söylediklerine laf yetiştirmeye çalışırken bir baktım acayip uzun oluyor. En iyisi bunu yorumlara değil, bloğa yazayım dedim.
Mezartaşı yazıları sanırım yaşam biçimiyle bağlantılı olarak değişiyor. Köylerde bir taş, bir agaç yetiyor gitmek için. Toprakla birlikte yaşayan, onun içine girerken de çok telaş etmiyor. Abartmıyor. Adı, biliniyorsa doğumu, ölümü bir de dua isteği... Basit, yalın.
Kentte iş değişiyor. Belli bir kimlik edinen onu umursamasa bile, en azından o kimliğin mirasçıları bunu ilan etmek gerektiğine inanıyor. Ya da örnek mezartaşındaki gibi yaşarken haykıramadıklarını gider ayak herkesin suratına çarpıp gitmek isteyebiliyor. Herhalde kimse,"tamam, benim işim bitti. Artık gidebilirim" demiyordur. Yarım kalan işler, yarım kalan aşklar, yarım kalan hayaller... Gerçi çok az insan bunları hiç değilse mezar taşımda söyleyeyim diye düşünür... "aah Haticeee, yaktın beni! Gittin o hımbıla vardın beni de dırdırıyla yiyip bitiren Melahat'a kırk yıl mahkum ettin. Alacağın olsun!" diyen çıkmaz sanırım. Ya da bu vasiyeti yerine getirebilecek bir Melahat yoktur dünyada :) Olsaydı mezarlık gezileri düzenlenirdi... Ama yaşarken dürüst değiller ki, öldüklerinde olsunlar...
Badem ya da Erik ağacı meselesine gelince... Geleneklerimizde meyve ağıcı dikmek yok mezarlıklara. Gerekçesi de çok uygun bence... Sonuçta bedenimiz gübreye dönüşüyor... Tüm ikamet edenlerin çoktan toza toprağa dönüşmüş eski bir mezarlıkta meyve bahçesi bile yaparsın da... Henüz çürümeye başlamış et halindeyken DNA ları meyveye aktarmak pek mantıklı değil. Annenin DNA sını taşıyan bir eriği yemek ister miydin?
Sen en iyisi servi falan seç.. Ben çınar isterim :)
badem veya erik yemek için değil bembeyaz çiçeklenmek için...
YanıtlaSil