29 Ağustos 2010 Pazar

kıl-tüy-nem kutsal üçgeninin ilk yazısı :)

Kıl olduklarımla başlarsam, hep kıl konular mı yazacağım acaba? olsun... Hayatta böyle kıllana kıllana geçiyor zaten.
Mesele hangisinden başlayacağım? Çok var... Meraklı olmak kolay mı? Herşeye bakıyorsun, düşünüyorsun, tasalanıyorsun... Neden tasalanıyorum? Çünkü hayatı kolaylaştırmak varken, niye kötü tasarımlar, girişimler, düşünceler ve eylemlerle presleniyoruz?


Tırnaklar ve dişler dışarı!!!!


İnsan evine bakıp hırrrlayarak dolanır mı yahu?


Dolanır. Mimar ve müteahhit denenlara günde sekiz kez rahmet okuyarak dolanır hem de...


Mutfaktan başlayalım. En sevdiğim yer... Ama adama zehir ederler. Ocak, pencerenin dibindeyse, her kızartma yapışında, cama yapışan yağları görüp kıl olursun!


Perde asamazsın, alev alır korkusuyla... Ölee, mahalleye karşı şeffaf bir biçimde yemek yaparsın. Çok modern bir ocak-üstü-aspiratörün olsa bile, dolabın içinden geçen ve camdan çıkan alüminyum boruyu bilirsin... 36 (yazıyla: otuzaltı) haneli - azman bir köy kadar- apartman yapmayı bilir bu adamlar, ama bir baca yapmayı akıl etmezler. Neden? Çünkü mutfakla işi yok! Karısını, anasını tıkmış oraya... sadece önüne gelen yemekle ilgileniyor kazma! Hangi koşullarda yapıldığı umurunda mı?


Kiracıysan, akla ziyan nedenlerle bazı evleri tutmak zorunda kalırsın. Bahçe katıdır, kediler rahat girer çıkar diye... kirası makul diye... Sokak sokak gezip ev bakmaktan bıktın diye... Sonunda, "aydınlık" denen aslında bildiğin karanlığa bakan mutfakta buluverirsin kendini. Karşındaki gri duvara bakıp bir gün oraya ağaç, çiçek, böcek, kuş resmi yapmayı hayal ederek geçer günlerin. Minnacık bir masa sığdırdıysan kendini mutlu hissedersin. Bir de tezgahla masa arasına sıkışmış sandalye... Harika... Kahven makinada mis gibi kokarken, oturup yazı yazabilirsin bile. Ama illa ki, elekrik açık olacak... Dışardaki güneşten kendini soyutladığını farkettinde, vücudundaki tüm kıllar havalanır. İşte kıl olmak böyle başlar...

Vay canna, ev ışık içinde diye tutarsın evi... ocağın camın yanında olduğunu görmezsin, hele bacayı sormayı akıl bile edemezsin. Boş ev, herşeyi kucaklayacak kadar geniş yürekli görünür nedense... Eşyalar eve geldiğinde koltuğun, masanın bu kadar büyük oluşuna şaşar kalırsın. Mutfak dolaplarının iki değil bir tencere almasına itiraz edemeden baka kalırsın. Boş ev seni uyumlu olduğuna inandrır, taşındıktan sonra sana hükmetmeye başlar.

Ve her sabah kalkıp mutfağa gittiğinde, salonla mutfak arasında kalan duvarı yıkmayı, öndeki küçük balkonu mutfağa katmayı, lavaboyu pencere önüne taşımayı, önünü çiçek doldurmayı düşler, sonra çayını alıp mutfaktan kaçarsın.

100 metrekarelik alanı kullanılamaz hale getirmeyi başaran, işini sevmeden, ayrıntıları düşünmeden, işe, alacağı para kadar özen gösteren mimar ve müteahhitleri bulup üzerlerine tüy dikmek isterdim... Birileri kim olduklarını bilsin ve onlara bulaşmasınlar diye...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder