Ateşin masalcı kızları, sert rüzgarların estiği ve bu rüzgarların nereden geldiği bilinmeyen savaş çığlıklarını taşıdığı günlerde; sırtlarını sağlam duvarlara vererek, rüzgarın kulaklarına fısıldadığı öfkeye karşı öfke çoğaltarak, önlerindeki ateşe sokulan ve ölümden korkan çocuklara şu masalı anlattılar...
Çok eskiden, adı sanı bile unutulmuş bir ülkede insanlar kaynağı unutturulmuş bir nedenle ikiye ayrılmışlardı... Birbirlerinden öylesine farklı olduklarını sanıyorlardı ki, birbirlerinin dilini bile unutmayı yeğlediler... Dilini unuttuğun birinin ne acısını bilirsin, ne de sevincini... Unutulan dillere kulakları sağır, anlaşılmayan sevinçlere gözleri kapalıydı... Gün geldi, komşunun duvarından gelen seslerden ürkmeye başladılar... Annenin ninnisini beddua, aşk türküsünü savaş çığlığı sanmaya başladılar... İçlerine korku yerleşti...
Sevginin olmadığı yerde korku vardır.
Korku bir kez yüreğe yerleşti mi, endişeyi, öfkeyi, nefreti ve şiddeti çağırır peşi sıra...
Annenin ninnisini beddua sanan, yüreğindeki korkuyu silmek için kendi dilinde bedduaya başladı... Aşk türküsünü savaş çığlığına benzeten, savaş çığlıkları attı... Yan duvarı dinleyenin yüreğine korku yerleşti...
Çünkü sevginin olmadığı yerde korku vardır.
Ve şiddet geldi... Taş üstünde taş bırakmıyor, yanan ocakları söndürüyor, yanan ateşi körüklüyordu... Şiddet, korku dolu binlerce yüreği “kahramanlık” denen acı bir suyla zehirledi... Şiddet, korku dolu binlerce yüreği “intikam” denen acı suyla yıkadı...
Korku ve şiddet elele verdiğinde, yatağından edilmiş nehir gibi delice akar... Yatağından edilmiş nehir, önüne çıkanın kim olduğuna bakmaz... Ve sonunda onu yatağından etmiş olanları da önüne katıp delice akışını sürdürür...
Gidişatı izleyen ülkenin bilgeleri biraraya gelip şiddetin yokediciliğini, zalimliğini durdurmanın yolunu aramışlar... Ve herşeyi başlatan korkuyu ortadan kaldırmaya karar vermişler... Günlerce çalışıp bir iksir hazırlamışlar... kazanlarda kaynatıp, havanlarda dövmüşler... İncecik, nerdeyse görünmez bir toz haline gelen iksiri gönüllülere verip ülkenin dört bir yanına salmışlar... Komşusunun boğazına sarılan adamın yüzüne üflemiş biri, o incecik tozu... Adam komşunun acısını duymuş... Komşu adamdan intikam almaya kalkmamış, onun korkusunu bilmiş... Kardeşini düşman diye yakmaya çalışan kardeş, ateşini bahar şenlikleri için yakmış... Ve herkes bilmiş ki, diller ayrı olsa bile, aşk aynı coşkuda, ninni aynı anne yüreğinden gelir... Dert aynı gamla, sevinç aynı biçimde yaşanır... Dili, rengi, duası farklı bile olsa...
Ateşin kızları masal bitince, rüzgarın taşıdıklarına öfke duyan çocuklara baktılar... O ince toz sanki yüzlerine üflenmiş gibi, sırtlarını dönmekten vazgeçmişlerdi rüzgara... Meydana çıkıp dinlediler... Rüzgarın taşıdığı seslerde savaş çığlıkları duydular... Korkunun o buz gibi yakıcılığının içlerine yerleşmesine izin vermediler bu kez... O savaş çığlıklarına karşı yüreklere sıcaklık veren yumuşak ama çoşkulu bir türküye başladılar... Rüzgar bile sakinleşti... Yönünü değiştirip bu sevgi türküsünü geriye taşıdı... Savaş çığlıklarını kesip dinlemek zorunda kaldılar meydandakiler... Ve birden sanki herşey anlaşılır oldu... Bilmedikleri dilin sevgisini, coşkusunu duydular... Ve sanki içlerinde uzun zamandır unuttukları bir şey kıpırdadı... Acıdan, intikamdan ve hatta korkmaktan yorgun düşen yürekler baharın gelişini bilen toprak gibi kabardı... Dillerdeki, renklerdeki farklılığı sevdiler...
Korkunun olmadığı yerde sevgi vardır...
Duyan kulaklara ve gören gözlere birbirlerini anlattılar...
Çünkü korkunun olmadığı yürek duymayı ve görmeyi bilir...
Çünkü korkunun olmadığı yerde sevgi vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder