26 Ekim 2012 Cuma

hiç bir şey göründüğü gibi değil...

Panço'yla dışarı çıktığımızda önce polis arabasının ışıklarını gördük... sonra bir araba daha olduğunu... parkın sonuna geldiğimizde iki ambulans ve sessiz bir kalabalık... ve yerde üstü örtülü bir ceset... takım elbiseli, ayakkabıları boyalı. apartmanın hemen önüne, tam orta yere konan bir sandalye de mırıldanarak ağıt yakan bir kadın. Genç bir adamın başı kucağına gömülmüş... diz çökmüş bir beden var sadece önünde... ve az ötelerinde sevdikleri biri... adı sadece ceset. Üzerlerinde bayramlık giysiler... Ve karşı kaldırımda bu acıya nasıl karşılık verileceğini bilmeyen sessiz bir kalabalık. Yedinci kattan kendini aşağıya bırakmanın nasıl olduğunu düşünüyorlardı belki de... Bahar sokak, bayramın ikinci günü beklenmedik bir biçimde karşılarına çıkan bu ölümü büyük bir sessizlik ve saygıyla karşıladı... Sokakta kimse tanımıyordu onları... Misafirdiler belki de... ölmeye gelmişler... biri toprak altına girecek ama diğer ikisi yürüyen ölü olacak artık...

Bunlar ilk izlenimlerimdi olay hakkında. 

Ve sonra kulaktan kulağa gerçeğin kırıntıları gelmeye başladı. 

Karısı sandığım kadın baldızıymış. Başını kucağına gömen genç adam, evet oğluymuş.  Karısının "Hah, yanında götür şimdi malını mülkünü" lafını eli belinde söylediği rivayet ediliyor...

Misafir değillermiş... Bayramlık giysi kısmı doğru, belki baldızı haberi duyup koşup geldi bir yerlerden... "Senin yüzünden intihar etti" diye telefon edilen kim? belli değil... 

Pançoyla paralel sokağa saptığımızda... Telaşlı yürüyen ama hedefi olmayan bir kadınla karşılaştık... "Ah! Ah!" diye sesler çıkartıyordu... Doğumdaki bir kadın gibi aldığı nefesi anında vererek... Ölümde de aynı nefes mi gerekiyor diye düşündüm hatta...  Birilerine kızıyordu, "çıkın be ortaya!" diyordu... sonra "Orda yatıyor işte! Orda yatıyor!" sonra aynı telaşla geri döndü, cesedin olduğu sokağa doğru gitti... Kaybolan ruhu mu arıyordu acaba?

Gece yürüyüşümüzde sokağa bir yığın arabanın girdiğini park yeri bulamadıklarını gördük Panço'yla... Panço hiç ilgilenmedi tabii bu olayla... artık boş olan ama akşamüstü son kez dünya üzerinde bir yer kaplayıp gitmiş olan adamın düştüğü yeri gösteriyorlardı birbirlerine... Taziyeye geliyorlardı... Kimse o giden adama soramayacaktı, niye yaptın diye... Anlatılanla yetinecekler... Kimi inanacak, kimi kendince daha ciddi gerekçeler bulacak... 

Benim gibi olaya sadece bir fotoğraf karesi gibi tanık olan da kendince yorumlayacak... Bayramlık giysiler, mırıl mırıl yakılan ağıt... Misafirdiler diyecek... Gerçi bunda bir hata yok... Dünya da misafiriz hepimiz zaten... 

Bir iki gün sonra başka bilgiler gelecek... Meraklar tatmin edilecek. Ama DVD dükkanına uğrayıp cd alan, ordaki insanlarla sohbet edip köşeyi döndüğünde babasının cesediyle karşılaşan oğul için hayat artık eskisi gibi olmayacak. O diz çöktüğü yerden belki hiç kalkamayacak. 

İnsanları dinlemek lazım. Henüz yaşarken... İnsanlar kendilerini acıya karşı fazlasıyla korumaya başladılar... 

"Ay derdini anlatanları dinlemek istemiyorum. Benim yüküm bana yeter şekerim. Ay vallahi onu da taşıyamam üzerimde..."

"Ay, kedi köpek alamam, ölürse, hastalanırsa, acımdan ölürüm... Katlanamam"

"Ay, ben sevmek istemiyorum... ot gibi olayım bana yeter" (tabii ki bunu demiyorlar :)

Kendini fazla koruma ve kollama, çürümeye neden oluyor. Kalpleri açmanın, bir başkasını dinlemenin, çare bulunamasa bile, içini dökmesine izin vermenin ne zararı var ki?

Sabah uyandığınızda, kedi gibi gerinin, köpek gibi zıplayın, nefes aldığınız için gülümseyin... Canınız sıkılıyorsa, bir dostunuza kahveye gidin... İki lafın belini bükün... dönüşte ağaçlara, kuşlara, çocuklara bakın, bir kitap alın ve mutluluğun bu kadarcık bir şey olduğuna inanın... 

ve... hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bilin. 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder