25 Eylül 2011 Pazar

aşılar ve veterinerlik

Cesar Millan'ın kitabında çok ilginç bir bölüme rastladım. Paylaşmak istiyorum. 
"Smith Ridge'deyken Dr. Marty bana yıllar içinde toplanmış hayvanların resimli vaka analizlerini ve aslında tedavi edici olması gereken aşıların onları nasıl yaraladığını, hasta ettiğini, hatta öldürdüğünü ortaya koyan tomar tomar araştırma gösterdi. "Size ne kadar sıklıkla bu kliniğe her şeyi ortaya koyan semptomlarla -ateş, sertleşmiş ya da ağrılı eklemler, uyuşukluk ya da iştah eksikliği gibi- hasta hayvanlar getirildiğini anlatamam" diyor dr.Marty. 1999 yılında yazdığı mükemmel kitabı The Natire of Animal Healing'de hasta köpeğe yakın tarihti aşı yapıldığını söylediğinde sahiplerinin ona kahinmiş gibi baktığını yazmış. Dr Marty aynı sıklıkla dejeneratif artrit, ilerlemiş alerjiler, oral rahatsızlıklar, böbrek ya da karaciğer yetmezlikleri, hatta kanser gibi kronik rahatsızlıkları olan kedi ve köpekleri de gördüğünü söylüyor. "aşıları mı suçlamalıyız? Öyle olduğunu ispatlayamam. Fakat uzan zaman önce aradaki bağlantıdan şüphelendim ve tedaviyi buna göre değiştirdim. Kısa bir süre sonra inanilmaz bir şey oldu ve o her şeyi ortaya koyan semptomlar kaybolmaya başladı." 

2003 yılında, Carine Veterinary Task Force of the American Animal Hospital Assosiation sonunda bir adım attı ve aşılamayla ilgili değişmekte olan anlayışla yüzleşti. Birlik 2006 yılında resmi bir rapor yayınladı ve özetle aşağıdaki ifadeleri duyurdu. 
 - Etiketlerinde aşıların her yıl tekrarlanması gerektiğini belirten ilaç firmalarının tavsiyelerini destekleyen herhangi bir bilimsel bulgu yoktur. 
- Çok fazla sayıda bulgu ilk 6 aydan sonra yapılan aşıların 7 (yedi) yaşına kadar yeterli olduğunu, hatta ömür boyu eetkilerinin sürebileceğini göstermektedir. 
- Üç yıllık aralardan daha sık hiçbir aşılamanın yapılmaması şiddetle tavsiye olunur. 
Dr. Ronald Schultz ve diğer uzmanlar bu tavsiyeleri biraz daha genişleterek "daha sık" yerine "bir daha asla!" ifadesinin daha doğru olacağına işaret ediyorlar



Bu konu oldukça uzun... Lütfen kitabı alıp okuyun ya da internette araştırın kedi-köpek sahipleri... Panço'nun kulağındaki küpe çıkartıldıktan sonra araştırma yapıp kuduz aşının henüz yeni (1,5-2 ay önce) yapıldığını öğrenmem ne kadar isabet olmuş! 
Ve "ne farkeder, bir kuduz aşısı daha olsun!" diyen veterinere kulak asmamam ne kadar ... 
Bir aşı parası az aldı çok yazık oldu! 
Demek onun için beni kötü sahip ilan ediyorlar! 
Kedilerime asla aşı yaptırmadım! 
Çünkü bir kara kedim ya bayat ya da dozu farklı bir kuduz aşısı yüzünden kuduz belirtileri göstermişti. 

Kitapta 10 yaşındaki bir köpeğin kanı incelendiğinde üç ömre yetecek kadar kuduz bağışıklığı olduğunun görüldüğü de anlatılıyor. 

Büyürken çiçek, kızamık, felç aşılarını oluyoruz ya... Bunların her yıl tekrarlandığını düşünün! Bizi ömür boyu bu hastalıklardan muaf kulan aşılar el kadar hayvanları neden korumuyor? 
Koruyormuş... Mesele ilaç firmalarının yalanıymış! 
 Mesele, araştırma yapmaktan kaçan bilim adamları imiş... 
Mesele araştırmaları yayınlamayanlarmış... 
Ve bir de bu yalanları sürdürerek para kazanmayı etik sanan veterinerler... 
Yazık be! bilime de inanmayacaksak, ne kaldı geriye? 

Hepiniz uyuz olun emi!

24 Eylül 2011 Cumartesi

kutu kutu pense...


Harika'nın yılbaşı hediyesinin kutusu! Üzerinde motosiklet olan mug zaten şahaneydi ama, kutusu da çok cazipti. Küçük bağımsız bir çekmece! Ve bir kaç ay önce Nezih'te bulduğum puanlı kağıtlar! Bugün birden işe koyuldum...


Yarım saat içinde bu hale geldi. :) Bir sürü ıvır zıvır alır içine. Düğmeleri koymayı düşünüyorum. 
Basit olan güzeldir. 

21 Eylül 2011 Çarşamba

kedi tabii ki!


Kediler, tüylü ufak bir şey gördüler mi havlamak ya da kahramanlık gösterileri yapmak yerine yaratığı öldürürler. Köpekler işin şov tarafıyla ilgilidirler. Böbürlenmekten hoşlanırlar. Evrim tarihinde köpek çavuş Bilko, kedi ise Rambo'dur. 
                            James Gorman



Kedilerin çoğuna yöneltilenen temel itiraz, onların dayanılmaz üstünlük havasıdır.
                                                                      P.G. Wodehouse


İnsanlar hakkında psikolojik romanlar yazmak istiyorsanız yapacağınız en iyi şey bir çift kedi edinmektir. 
                       Aldous Huxley


Hayvanlar konuşabilseydi, köpek açık sözlü, ağzına geleni söyleyen, içi dışı bir olurdu. Ancak kedinin ağzından gereksiz tek bir sözcük bile çıkmazdı
                              Philip Gilbert Hamerton


19 Eylül 2011 Pazartesi

oyuncak müzesinden son görüntüler

Müzede flaşla fotoğraf çekmek yasak. Profesyonel makinenin marifetini ve oyuncaklara olan hayranlığımızı abartmışız biraz. Çekilenlerin hepsini koyarsam, ayıp olacak. Bence geri kalanını gidip görün. Tadını çıkartın. 


1880 ler için epey iddialı bir oyuncak değil mi? 


İnsanın aklını başından alan oyuncak demeye bin şahit isteyen "şeyler" bunlar. Ne bunlar? Minyatür dünyalar... Sanat eserleri... ince işler... büyük emekler... her birine aşık oldum. Yukardaki bir manifaturacı dükkanı. kumaşları, makaraları, aklınıza gelen gelmeyen bir sürü ayrıntıları ile... 


Bu bir matbaa. matbaacının yanındaki baskı aletinde inanılmaz bir gravür var... Maalesef görünmüyor. Ama çıplak gözle görünüyor da, inanabilir misiniz bilmem. Bu odadaki dağınıklık bile olağanüstüydü. 


Fıçı fıçı biralar,  şaraplar... daha ne ister insan :)


Mutfakta çalışan genç bir anne. Arkasındaki tezgahta pişirdiği turtalar, yanıbaşında bebeği... ışıklara dikkat! Mutfağın eksiksiz olmasından geçtim, ışıkları var yahu!



Bu müthiş... bir sera. Yukardan bakıldığında çok masum! Aletleri, çiçekleri falan eksiksiz... insanın orda olup çiçek ekesi falan geliyor...


Ama  karşıdan bakıldığında.... Vay canına! Kaç kaç! Katil hemen arkanda!!! Agatha Christie romanı gibi yaw!



Bu antikacıya söyleyecek söz yok. Önünde saygıyla eğiliyorum! Yapan kimse... Gitmeden önce dünyaya güzel bir şey bıraktığı için teşekkür ediyorum. 


Ve ... ve... ve... bizden bir oyuncak... l970 ler mi 80'lerde mi ne yapılmış... Yukardakilerle kıyaslayın diyorum.  Ölçeği belirsiz harita gibi mubarek! Gulyabani bozuntusu bakkal amca çocukta fobi yaratır yahu! Malzemeleri kuçültememişler :))) Ama denemişler en azından. 


kulubeden çıkan köpek! Hareketli imiş... Bir şey olunca çıkıyordu bu ama... unuttum .))
Bu tarzdaki ilk oyuncaklardan biri ve tarihi eski... bir tek bunu hatırlıyorum. Yeter! 
üç postun özeti: Oyuncak müzesini gezin! Sunay Akın müthiş bir şey başarmış!
Kardeşim de... Fotoğraflar için teşekkürler !
Musluk için de... hala sızdırmıyor! :)) 

16 Eylül 2011 Cuma

teneke cenneti

Teneke ile yapılan herşeye bayılıyorum ya, müzedeki teneke oyuncaklara bittim! Plastik hayatımızı ele geçirmeden önce yapılmışlar... müthiştiler... 

Kolleksiyoncu ruhu var ben de... bunları biriktirebilirim.


Teneke sinema fikri nasıl? :)) resimler yan taraftaki kolla değişiyor. İçinde bir rulo var. Çizgi romanın zorlaştırılmış okuma tarzı denebilir :) 


Japonlar oyuncaklara el attığında onları işlevsiz bırakmıyor. Hareket ettiriyorlar. Bu hevesleri yüzünden sanırım   robotlara bu kadar düşkünler. bu kayak pisti de hareketli (imiş) 


Bu fareler ne çalıyor? O müziği öyle merak ettim ki! 


Sinemadan sonra bir tiyatro sahnesi... Böyle bir oyuncağın varsa ya oyuncu olursun ya da sıkı bir yönetmen ve yazar. 


İpler senin elinde... Hayatı sen yönetiyorsun. Yaşasın!

14 Eylül 2011 Çarşamba

Bırakın oyuncaklar anlatsın büyük oyunları

Kardeşimle üç günlük maceranın Büyükada ayağını yazdıktan sonra en fazla görsel malzemenin olduğu ikinci günü yazmaya cesaret edemedim, çünkü görselleri kullanamayacaktım. ikimiz de çok keyifli bir kaç saat geçirdik Sunay Akın'ın oyuncak müzesinde... Çok çok etkileyiciydi. oyuncakların hikayeleri vardır ve eminim onları Sunay Akın çok güzel anlatıyordur. Kendi adıma ben o hikayeleri duymadan gittim ve kendi hikayelerimi kurdum.
Girişte en üst kattan başlayın diye uyarıyorlar. Ve o muhteşem eski istanbul köşkünün en üst katına ulaştığınızda nedenini anlıyorsunuz. Üst kat dünyanın savaşlarıına ayrılmış. Geziye eşlik eden müzik öylesine etkili ki, sergilenen oyuncakları, çocuk oyunu olarak göremiyorsunuz, sanki o çılgın savaşta ölmüş de yukardan izliyor gibisiniz bu deliliği...

Resimleri aktarırken hiç sorun çıkmamıştı. Vay be demek ki sorun büyük dizüstündeymiş, format atmanın zamanı gelmiş demiştim... hezimetin resmidir yukardaki... bu da bloga aktarırken oldu.
Sevgili kardeşim müzelerde çekim yapmayı seviyor. Oyuncak müzesi de uçsuz bucaksız bir görsel şölen sunuyor tabii... Çektiklerini bana gönderdi, blogda kullanmama hiç itirazı yok ama, bu iş böyle hezimetle giderse, yakında kendi blogunu açmak zorunda kalacak. Tembel teneke!
Hitler iktidara geldikten sonra savaşa sürükleyeceği genç kuşağı daha çocukken etkisi altına almayı başarmış bu oyuncaklarla... Öyle ayrıntılı, öyle ince yapılmış ki herşey... İşte meclisleri.


Kitaplar yakılıyor. Bunu oyuna çevirmek nasıl bir insafsızlık? Çocuklar bu oyuncakları kurarken kitaplar için ağlamış mıdır sizce? Etraftaki insanlara bakın. Hiç bir şey olmuyormuş gibi geçip gidiyorlar. Çocuklar durmuş şenlik ateşi gibi izliyor olan biteri. İşte böyle alıştırılır kitleler şiddete!


Ve sıra olağanüstü disiplinli görünen ordularda... Etkili değil mi?


Hangi çocuk istemez bu görkemin bir parçası olmayı. Günter Grass'ı affetmek gerekiyor.



Savaş!


Cephedeki hayat. Ütü yapanlar, sakal traşı olanlar,


Bir savaş filminin karesi sanki...


Kurt köpekleri de unutulmamış.


Sıhhıye çadırı


Yaralananlar, ölenler olabilir. Ne demişler, askerlik yan gelip yatma yeri değildir. Hayat devam ediyor.


şehirler yakılıp yıkılıyor, savaş devam ediyor.


El bombaları!


Siperler


Savaşın dehşetini yaşayabilir belki çocuklar, orda vurulmuş yatanın babası olduğunu düşünürse.


Göğüs gögüse mücadele!


Bu da benim kurgum... Savaşın sonu. Evlerine dönen askerler gibi düşünmek  istedim bu fotoğrafı.

Kesin olan bir şey var ki, almanlar harika düş gücüne sahipler. harika oyuncaklar yapıyorlar. neden durup dururken dünyanın tamamını ele geçirmeye çalıştıklarını anladım sanırım. İnsan hayal ederse, peşine düşer.
Neyse onların bu hayalleri 20 milyon insanın hayatına ve dünyanın haritasının değişmesine neden oldu. Bu savaş olmasaydı İsrail diye bir ülke olmayacaktı. Bizimki de "van münüt" diyemeyecekti. Falan filan...

8 Eylül 2011 Perşembe

çalışmak iyidir

Kardeşim üç gün ve bir kaç saatten (hadi kahvaltı yapalım, aa, olmaz ama kahve de içelim öyle git'le uzatılan bir kaç saat) sonra gidince çok bi fena oldum. Yaşlandığımı arkasından ağlarken keşfettim, hiç hoş değildi. Ne bu duygusallık? Panço da bana katıldı yetmezmiş gibi... Havayı kokladı o garip seslerini çıkardı. Yürüyüşe çıktığımızda ikide bir arkasına baktı. Cumartesi günümüz hüzünlü geçti kısaca... Yürüyüş deyince, bize eşlik eden bu yeni eleman epey şaşırttı Panço'yu...  Beklenmedik anlarda kozalağa tekme atıp ödümüzü patlatması yetmiyormuş gibi, bir de arkamızdan gelirken  burnunu gürültülü bir biçimde silince depar attıyorduk! "Ya ne yaptım ki ben şimdi?" diye çok haklı bir soruyla bakıyordu yüzümüze masum masum. İşte bu, onu habire şaşırtan zıplatan, elemanı aranıp durdu Panço Cumartesi günü. 

İnsan ne hissediyorsa onu dibine kadar yaşamalı diye  inanlardanım.  O duyguları bir yerlere tıkıştırmak ,üstünü örtmek hiç işe yaramaz. Tozlu, küflü bir halde çıkar adamın karşısına. Hüzün mü var? Dibine kadar! Ama oraya da takılıp kalmamak gerekir. Ertesi günü o havadan çıkmaya karar verdim. Bunun tek ilacı da çalışmak. Ve uzun süredir bekleyen çiçekliği boyamak... Bahama Kartalı, mutfaktaki çiçeğe pek anlam verememişti, ama beni üstüne sıçratmamak için sesini de çıkarmamıştı. Ta ki,ben açıklayıncaya kadar... Çiçekliği boyayacağım da,ondan buraya taşıdım... "Bir an önce boyasan iyi olur,burda pek acayip duruyor" dedi. Haklı. Habire takılıyorsun koca yapraklara...  O gün akşama kadar bacakları boyandı. Önce pembe, sonra mum, sonra yeşil ve zımpara... Kararım farklıydı üstü için, bacaklar ortaya çıkınca hemen değişti... 


Ertesi gün yeni kararın peçetesiyle kitapçıya gidilip fotokopi alındı. Peçete de yapıştırabilirdim ama, o işte çok becerikli değilim. Tembel işi olanı seviyorum. Yani fotokopi alıp yapıştırmak daha az riskli.  Resmin etrafındaki eskitme sünger ponponla yapıldı. 


Pembeli bacaklar... :)


Alttaki raf...


Bacaklardaki pembeyi üstteki rafın kenarında da görüyoruz eser miktarda... ve biraz daha açık pembe... 
Nasıl olmuş? Verniğini bugün atabildim.  Mutfaktaki çiçek yarın üstüne gelecek. Vernik iyice kurusun bakalım. 
Sırada bir ayna var. Uzun zamandır elimde... Sözüm ona arkadaşlarıma düğün hediyesi olacaktı. Nerdeyse birinci yıllarını kutlayacaklar, ben hala... Söz  Yasemin, başlıyorum. Yakında sizdeyim :) 

5 Eylül 2011 Pazartesi

mezecilere...



Adadaki balık lokantasında ilginç bir ot mezesi vardı. Garsona ne olduğunu sorduğumuzda bir tek "kaya" ve ot kısmında ısrarlı kaldı. Sevgili kardeşim meraklıdır yemek işine... Mezeler tabii ki gözdesi... Biz  tepemizde güneş varken ve onca yol yürüyecekken bu güzel ve garip otu içkisiz yedik. Bugün e-postalarımda bunu buldum. "Kaya koruğu" olduğunu bulmuş...  Biraz odunsu ve bana kalırsa kesinlikle kekikle yakın akraba... Kardeş bile olabilirler... Yaprakları da çok benziyor. Keskin ve hoş bir aroması var...  Tipik ot mezesi işte... Haşlanmış,sarımsak ve limon-zeytinyağı banyosuna sokulmuş... eşlikçisi de dereotu... Ama diğeri kaya gibi sağlam, dereotunun esamesi bile okunmuyordu. Bana kalırsa kırmızı pul biber daha iyi eşlik eder bu ota... Mze meraklılarına kesinlikle deneyin derim.  Turşusu yapılırmış... o matrak olabilir işte. Turşu suyunun tadını güzel etkiler gibi geldi...  Canım turşu istedi. Turşu kurmayı denesem mi?  İçine de bir sürü ot katmalı...suyu dayanılmaz olur. Tutturamazsam harbiden dayanılmaz olur :) Aaah ah kemeraltının turşucuları... turşu suları...  Acı,tuzlu, salatalıklı ya da lahanalı... Off!

3 Eylül 2011 Cumartesi

Ada macerası!

Büyükada'da ne macera olacak demeyin! Bayram'ın üçüncü günü giderseniz, bayaa bir macera oluyor. 
Bu bayram benim için ilginçti. Her zaman yalnız geçiririm böylesi özel günleri. Yılbaşı da dahil. Bu yıl kardeşim geldi! Namı diğer Bahama kartalı! :))  Gezelim dedi. Tamam dedim. Fotoğraf çekilecek yerler olsun, dedi.Tamam dedim...  Araba yok ki, sokak sokak dolaştırayım onu, en yakın ulaşım yeri Büyükada... Sokaklar güzel,evler güzel, kedi,  köpek hepsinden güzel. Gelişinin ertesi günü, Panço'yu yürüt, kahvaltı et, yola çık, öğleni buldu gidişimiz.Amanın! O ne kalabalık! Hani az çok tahmin ediyorum ben, adayı gezmeye gelirler... Ama İstanbul öyle boş ki... Kaç kişi olur adada dedim. Meğer herkes ordaymış! Uyyy! Otobüs gibi... Her milletten insan var! Fayton kuyruğu iskeleye ulaşacak nerdeyse... Herhangi bir yokuşu bulmak için aralarından dirsek atarak geçiyorsun.  Neyse ilk yokuşa adım attığımızda fotoğrafını çekeceği bir köşe buldu. Ve üç kez yakinen tanık olduğu ve maruz kaldığı köpek gezdirme muhabbetinin intikamını aldı benden.
Panço'yu koklaması (kardeşimin deyişiyle maillerine bakması) (okundu olarak) imzalaması ve de sıçması için boş boş bekliyordu bir yerlerde... Fotoğraf çekerken de ben bekledim. Panço daha hızlı :))

Bu fotoğraf sansürlü değil. Akıl erdiremediğim bir nedenden ötürü, (nedenini az çok keşfedip biragöbee sayesinde boyut küçültmesine rağmen) kardeşimden gelen fotoğraflar, tam açılıyor, yarım kaydediliyor. Ada fotoğraflarından da çok sayıda ziyan var bende... Bahama kartalına gösteri olarak ekledim bu fotoğrafı. Derdimi anlasın diye... Poster boyutunda mı çekiyor ne?


İşte bir ada kedisi. Kapının küçük bir yerindeki boşluğu kendine seyir alanı olarak seçmiş...Başının eğikliği kulağındaki bir sorundan olabilir gibi geldi bana. O evin kedisiydi sanırım, kendini sevdirtmedi. "Poz verdiğimiz yetmiyor bir de sırnaşıyorlar!" diye düşündü sanırım.


Restore edilse ne güzel olur diye düşündüğümüz evlerden biri daha...


Eh ben koklanmadan geçebilir miyim hiç? Evinin sokağında turlayan bu velet çok ilgi gösterdi, sokağın sonuna kadar da peşimizi bırakmadı. Sonunda küçük bir sokak köpeği çıktı bahçenin birinden onunla birlikte geri döndü. 



Kardeşim begonvil hayranı. Adadakilere de bayıldı. Epey çekmişti ama,elimde kalan bu oldu. 


Bu kapının geniş açısı da vardı. Hıh! Ayrıntısı var sadece... Arkasındaki o yemyeşil, uzun yol ne yazık ki görünmüyor tam olarak. Çünkü sevgili Bahama Kartalım,pançoyu evde çekmeye çalışırken, makinasının ayarlarıyla oynamış ve düzeltmeyi unutmuş... Adanın tepesine yerleşmiş güneşle neden boğuştuğunu resimleri aktarırken keşfetti. (beni öldürecek!:))) o kapıyla uğraşırken ben bu muhteşem kediyle tanışıyordum.
Sonrasında bir yokuşu inip stada giden taraftarlar gibi akın akın üstümüze gelen bir kalabalıkla karşılaşınca, onlara katılmaktansa, akıntıya karşı yol alıp yemeğe gitmeye karar verdik. 


Ve bahama kartalı orda hayatının aşkını buldu. Daha doğrusu aşığını buldu. Yan masadaki ortadoğulu bıdık, gözüne kestirdi kardeşimi. Kendi dilinde bir şeyler anlatıp durdu. Anlattıkları iyi bir şeydi galiba,çünkü yüzü hep böyle güleçti. "Bak ben görümceyim, benimle de iyi geçin!" dedim, tınmadı. Gözünü alamadı bir türlü kardeşimden. Sonunda babası bu aşka son noktayı koydu. 


Adanın en büyük esprisi bu pembe panjurlu evdi. Neyse ki panjurlar hala görünüyor. 
Ben de böyle bir "pembe panjurlu ev" istiyorum. Bu zamana kadar neden istememiş ki? Salak mıyım neyim ben? Şiirlerin kurbanı olduk! Kocaman bahçesi olan, kocaman bir ev istiyorum. 
Yemekten sonra bir deneme daha yaptık yokuşlara doğru. Ne mahşer kalabalığı azalmıştı yolların ne de güneşi. Hadi kaçalım, ortak kararıyla uzadık!
Motordayken hala yoğunluğunu koruyan kalabalığa bakıp "Mahşer günü dedikleri buna benzeyen bir şeyse, bir yolunu bulup ordan yırtmalıyım!" diye karar verdim. Kabalalık denen şey feci yahu!


Restorasyona başlandığını umduğumuz bir başka güzel ev de Bağdat Caddesinden... 


Ve önündeki tarihi çeşme... Yolda bir kahve molası verip sonra evin yokuşunu tırmandık ve...


Günün en önemli anı. Panço'nun saati... Bahçeden çıkmak için acele ediyoruz. Bizi yakalamakta zorlandı kartalımız. "Ana-oğul, pek hızlısınız" diyor. Beni de bütün gün bir yere  kapatıp sonra tuvalet izni verseler ben de koşarım valla.