20 Şubat 2011 Pazar

Kebikeç


Kitap kurtlarının cini, perisi, piri… Sayın Kebikeç...
Kurtlar dadanıp kitabı parça pinçik etmesin diye  “ya Kebikeç” diye yazılırmış eskiden kitapların başına…
İncecik, minik, kıl gibi bir şey o kurtlar… kurt gibi de değiller aslında, üflesen uçacak böceklere benziyorlar… Çok sevimliler…  Tabii mikroskop altında ne tür bir canavar çıkar karşımıza bilemem… Hayal gücünün sınırlarını genişleten, harika bir yaratık olduğuna eminim.  O şahane dişleri, tırnakların yüz milyon kez büyütülmüşünü görmek isterdim. Kitaba yerleşmeyi seçen bir varlık çok akıllıdır bence, kitaplardan beslendiği için… ya da kitapları ortadan kaldırmaya çalıştığı için… İkisi için de zeka gerekir.
Kitabı yiyip bitirdiklerinde, ne hissediyorlar acaba? Harflerin, cümlelerin büyüsü onları da dönüşüme uğratıyor mudur? “bilge” kurtçuklar mı oluyorlar?
Her kitabın kurt ekibi kendi ekollerini mi kurar sonradan?
Marx ve Lenin’in kitap kurtları, Hitler’in “kavgam”ının kurtlarıyla  kavgaya tutuşur mu mesela?
Dinlerin kutsal kitaplarını yiyip bitiren cennete mi gider?
“Kara kitapların” kurtları diğerlerinin aklını karıştırmak için aralarına mı karışır teker teker?
Mizah kitaplarının kurtları, gülmeyi öğrendiklerinde, yemekten vazgeçerler mi?
Bir kitapta kurt ailesi olmak ne demek, biliyorum sanki… Kurt topluluğuna ulaşmak, orda yaşamak, hiyerarşi oluşturmak,  seni besleyip yaşatanı yiyip bitirmek ve kendi sonunu getirmek ne demek biliyorum…
Bizim gibi yaşıyorlar onlar da… Bizim gibi dünyalarını yiyip bitiriyorlar…

Not: resim, masaüstüresimleri.com'dan alındı... o kıl gibi yaratık, böyle görkemli olabiilir. Ya da biz, birilerinin "kıl gibi" yaratığı...

19 Şubat 2011 Cumartesi

Kıl bir reklam...

Kadının biri evin bahçesinde sözüm ona fideleri saksıya ekiyor...

Siyah poşetlerinden çıkarmadan...  Aklı ezberinde, yaptığı işte değil.

Ya da ona öyle tembihlenmiş... illa iki tane ekmiş görüneceksin demişler...

Birini poşetinden çıkartıp özenle ekseydi, ne söylediğine de dikkat ederdim.

Ama böyle bir salaklığı  (Bu salak tanımına yönetmen, sanat yönetmeni, müşterinin kendisi ve oyuna itiraz
etmeyen oyuncu da dahil)  bize layık görünleri niye ipleyeyim?

Reklamı sahte olanın ürünü ne kadar sahici olabilir ki?

Sadece bu bile bu halkın görsel zekaya değil, işitsel zekaya sahip olduğunu gösteriyor.

Arz edende  aynı kafada... İşi görsellik olsa bile... Görüneni umursamıyor.

14 Şubat 2011 Pazartesi

yeni biten yılbaşı hediyeleri...

Bir ay öncesinden başlamıştım hediyeleri hazırlamaya...  Hem hazırlayacaklarım çok olduğu için, hem kendimi tanığım için... Hep aynı işi yapmaktan sıkılırım. Araya tembellik payı koymuştum... Ama plan yaptığımızda yukardaki hemen onu bozmaya karar verir ya... Aynen öyle oldu. Birden beklenmedik gelişmeler oldu... Kendimi yoğun iş ortamında buldum... Elimdeki ahşap işleri de gıdım gıdım ilerlemeye başladı... Bitenlerin fotoğraflarını çekmek bile el aldı... Sahiplerine ulaştırmanın lafını bile etmiyorum görüldüğü üzere... Elbet bir gün...:)


Kedi Pufur Fatoş'un :) Çalıştığı için bana uğrayamıyor... Gelip hediyesini alması için kışkıtıcı olur belki  :))) Fotoğrafları çekmek de ayrı macera... Makineyi elime aldım... Piller hapı yutmuş... Yeni pil aldım, hatta bugün Ayşe tanık, onun önünde taktım pilleri... Yine aynı sorun... Pil değiştir deyip duruyor. Makine benimle zıtlaşıyor mu ne? Neyse... Ayşe'ye "sen çek, daha güzel çekiyorsun dedim... Rastgele bir şey çekti sehpanın üzerinden... O gittikten sonra ben çekmeye kalktım.. ı-ıh.. onun çektiği kuru limonlar ve narlar daha güzel...



İşte ispatı... Çok güzel görünüyorlar... Yeni pillerle Ayşe'ye çektirteceğim geri kalanları artık :))

11 Şubat 2011 Cuma

Tahrir meydanı...

Tahrir Meydanı'nı gördünüz mü bu akşam?


 Çatılardan çekilmiş, geniş açılı görüntülerde meydanı dolduranlar kum taneleri gibiydi...

Kimliksiz, yüzsüz, bedensiz... Birlikte hareket eden, kımıldayan, enerji yayan bedenlerden oluşmuş bir deniz sanki...  Kum saatinden akan kumlar gibi kesintisiz aktılar, biriktiler ve zamanı değiştirdiler...

Kum tanelerinin gücü, sağlam olduğu varsayılan bir kaleyi yıkıp geçti...

Bu hareket, bu istek ve kararlılık neye kapı açtı, şimdilik bilinmez. O tarihin işi. Ama yüzü, bedeni bilinmeden, 'kitle" olanlar, kaderlerini değiştirdi.

kıl olmak yetmiyor bazen...


Hasan Şaş... Politikacı olmaya karar vermiş. Belediye başkanı olacakmış... Yapmayı düşündüğü icraatları anlatmış...
"Karataş'ta 60 km sahil var. Bu Türkiye'nin hiçbir yerinde yok. Ama iki tane caretta kaplumbağası doğuracak diye burada hiçbir şey yapılmasına izin verilmiyor. Ama kaplumbağalardan vazgeçilip bir beş yıldızlı otel yapılsa en az 500 kişi işe girer. Her sene Karataş'a gitmek için Mayıs ayını iple çekiyorum. Ama of'tan pof"tan yatamıyorum. Ya sinek ya sıcak! Başkan olunca bunları düzelteceğim." dedi.
Allah insanı şaş"ırtmasın!
Buna kıl olsam ne olur ki... Belli ki hasta... İnşallah onu sevenler bir an önce hastaneye yatmasına ve şifa bulmasına yardım eder. Geçmiş olsun Şaş!
Eğer seni belidiye başkanı seçen olursa... Geçmiş olsun dünya! Bİr kez daha özür dileriz...

8 Şubat 2011 Salı

korku ve şiddet

Ateşin masalcı kızları, sert rüzgarların estiği ve bu rüzgarların nereden geldiği bilinmeyen savaş çığlıklarını taşıdığı günlerde; sırtlarını sağlam duvarlara vererek, rüzgarın kulaklarına fısıldadığı öfkeye karşı öfke çoğaltarak, önlerindeki ateşe sokulan ve ölümden korkan çocuklara şu masalı anlattılar...

Çok eskiden, adı sanı bile unutulmuş bir ülkede insanlar kaynağı unutturulmuş bir nedenle ikiye ayrılmışlardı... Birbirlerinden öylesine farklı olduklarını sanıyorlardı ki, birbirlerinin dilini bile unutmayı yeğlediler... Dilini unuttuğun birinin ne acısını bilirsin, ne de sevincini... Unutulan dillere kulakları sağır, anlaşılmayan sevinçlere gözleri kapalıydı... Gün geldi, komşunun duvarından gelen seslerden ürkmeye başladılar... Annenin ninnisini beddua, aşk türküsünü savaş çığlığı sanmaya başladılar... İçlerine korku yerleşti...
Sevginin olmadığı yerde korku vardır.

Korku bir kez yüreğe yerleşti mi, endişeyi, öfkeyi, nefreti ve şiddeti çağırır peşi sıra...
Annenin ninnisini beddua sanan, yüreğindeki korkuyu silmek için kendi dilinde bedduaya başladı... Aşk türküsünü savaş çığlığına benzeten, savaş çığlıkları attı... Yan duvarı dinleyenin yüreğine korku yerleşti...
Çünkü sevginin olmadığı yerde korku vardır.

Ve şiddet geldi... Taş üstünde taş bırakmıyor, yanan ocakları söndürüyor, yanan ateşi körüklüyordu... Şiddet, korku dolu binlerce yüreği “kahramanlık” denen acı bir suyla zehirledi... Şiddet, korku dolu binlerce yüreği “intikam” denen acı suyla yıkadı...

Korku ve şiddet elele verdiğinde, yatağından edilmiş nehir gibi delice akar... Yatağından edilmiş nehir, önüne çıkanın kim olduğuna bakmaz... Ve sonunda onu yatağından etmiş olanları da önüne katıp delice akışını sürdürür...

Gidişatı izleyen ülkenin bilgeleri biraraya gelip şiddetin yokediciliğini, zalimliğini durdurmanın yolunu aramışlar... Ve herşeyi başlatan korkuyu ortadan kaldırmaya karar vermişler... Günlerce çalışıp bir iksir hazırlamışlar... kazanlarda kaynatıp, havanlarda dövmüşler... İncecik, nerdeyse görünmez bir toz haline gelen iksiri gönüllülere verip ülkenin dört bir yanına salmışlar... Komşusunun boğazına sarılan adamın yüzüne üflemiş biri, o incecik tozu... Adam komşunun acısını duymuş... Komşu adamdan intikam almaya kalkmamış, onun korkusunu bilmiş... Kardeşini düşman diye yakmaya çalışan kardeş, ateşini bahar şenlikleri için yakmış... Ve herkes bilmiş ki, diller ayrı olsa bile, aşk aynı coşkuda, ninni aynı anne yüreğinden gelir... Dert aynı gamla, sevinç aynı biçimde yaşanır... Dili, rengi, duası farklı bile olsa...

Ateşin kızları masal bitince, rüzgarın taşıdıklarına öfke duyan çocuklara baktılar... O ince toz sanki yüzlerine üflenmiş gibi, sırtlarını dönmekten vazgeçmişlerdi rüzgara... Meydana çıkıp  dinlediler... Rüzgarın taşıdığı seslerde savaş çığlıkları duydular... Korkunun o buz gibi yakıcılığının içlerine yerleşmesine izin vermediler bu kez... O savaş çığlıklarına karşı yüreklere sıcaklık veren yumuşak ama çoşkulu bir türküye başladılar... Rüzgar bile sakinleşti... Yönünü değiştirip bu sevgi türküsünü geriye taşıdı... Savaş çığlıklarını kesip dinlemek zorunda kaldılar meydandakiler... Ve birden sanki herşey anlaşılır oldu... Bilmedikleri dilin sevgisini, coşkusunu duydular... Ve sanki içlerinde uzun zamandır unuttukları bir şey kıpırdadı... Acıdan, intikamdan ve hatta korkmaktan yorgun düşen yürekler baharın gelişini bilen toprak gibi kabardı... Dillerdeki, renklerdeki farklılığı sevdiler...
Korkunun olmadığı yerde sevgi vardır...
Duyan kulaklara ve gören gözlere birbirlerini anlattılar...  
Çünkü korkunun olmadığı yürek duymayı ve görmeyi bilir...
Çünkü korkunun olmadığı yerde sevgi vardır.

6 Şubat 2011 Pazar

Sadece kediler mi şaşkın?

Ben de şaşkınım!

RTE karikatüristlerden sonra blog yazarına açtığı davayla da "ülkesine demokrasiyi getirmek için elinden geleni ardına komayan" bir başbakan olarak tarihe geçmiş bulunuyor.

Barış Ünver, beyn.org blogunun sahibi, üniversite öğrencisi... Kim olduğu çok önemli değil. Önemli olan RTE ye dil uzatması. Öğrenci, köylü, işçi, sanatçı, şu an aklıma gelmeyen herkes ağzının payını aldı bu demokrasi havasinden... Başbakanın lafını "CHP, MHP ve terör örgütü ruh üçüzü oldular" lafına ithafen...  "Erdoğan ve Öcalan ruh ikizi" dediği için açılmış dava... Bence yanılmış, Öcalan'la değil, Hitler'le ruh ikizi o şahsiyet!

Ders kitaplarındaki demokrasi ve terbiye taınımını yeniden düzenleyecekler artık. Receb'e laf  söyleyen terbiyesiz ve anti-demokratik, kıç yalayanlar ise...

Blogda yazıyı bulsaydım, kopyalayıp kendi bloğuma da koyacaktım... Ve destek vermek isteyen her blogçuya, (yazıdaki fikirlere katılsın ya da katılmasın) bu yazıyı yayınlayın diyecektim... Kaç blog yazarına dava açabilirdi merak etmiştim. İlla ki bulurum  :)




Türkiye de yaşayan herkes, her sabah güne böyle uyanıyor!

5 Şubat 2011 Cumartesi

Siyahın Dayanılmaz Cazibesi ya da Şam Şeytanı

Kendimi güzel bir şeyle ödüllendirmek istediğimde internette hayvan resimleri arıyorum. Ama ilk baktıklarım illa ki kediler...  Cat painting yazıp sizde deneyin. Görsel dosyalar bir gecede bitmiyor. İnanılmaz bloglar, inanılmaz sanatçılar ve inanılmaz güzel kedi resimleri var... Bu şam şeytanını ebsqart.com dan buldum. Cyra R. Cancel yapmış... İzin falan almadan hemen arakladım resmi... İsteyen varsa satışta bu resim... Adresini verdiğim siteyi ziyaret edip alabilirsiniz.

Ben gerçeğini istiyorum. Böyle kara bir şam şeytanı istiyorum :)
Blog listemde de harika kediler çizen bir sanatçı var...  Melek olmuş kedileri hem burnumu sızlattı hem  gülümsetti. Hiç yabancı dil bilmeden bu blogları izlemek baya matrak oluyor benim için... google çevirisiyle cümlelerin kafası patlarken, ben de gülmekten yarılıyorum :)

Yarın sıra şaşkın kediler de... 

4 Şubat 2011 Cuma

Cuma eylemleri...

Tahrir meydanında milyonla ifade edilen kalabalık toplandı... Cuma namazı kılınıyor. Aynı görüntü Tahrir meydanına destek için İstanbul'da da var...

Ortadoğuda eylemler Cuma günleri başlıyor. Tatil günleri aynı zamanda... Önce Cuma Namazı kılınıyor, sonra eylem... Buluşma yeri camiler... Ama sadece erkeklerin buluşma günü...

Cuma namazı erkeklere ait. Kadınlara farz değil. Eylem de farz değil, devrim de...

Ortadoğuda devrimler, kadınsız, kadınlara rağmen yapılıyor. Onun için hep eksik kalıyor.

3 Şubat 2011 Perşembe

Kıl oldum listesine ek...

Kuaförlerin teşhirciliğine kıl oluyorum.

Kasaplar vitrine asarlardı etleri ya... Şimdilerde dolaba kalktı, daha hijyen daha çağdaş görüntüye kavuştuk... Eskiden kuaförlerde tül perde olurdu camlarda... Şimdi kabak gibi ortadalar. Ama bu kez kufaörler kasap vitrinindeki et gibi sergiliyorlar müşterilerini... Ne zaman bir kuaförün önünden geçşem, boynunda bir önlük, saçı boyalı ya da fönlenen, suratı henüz isteği görüntüye kavuşamadığı için aynaya boş boş bakan bir kadın görüyorum... Manikür, pedükür ortalık yerde... sokakta yapılıyor adeta... Kaşları sokağın ortasında alınıyor, bıyıkları, sakalları sokağın ortasında yolunuyor... Hiç mi rahatsız olmuyorlar?

 Kadının en özel anları neden sergileniyor böyle fütursuzca? Sonraki aşama ağdanın da bol ışık altında vitrinde yapılması mı olacak? Dehşet! Hiç kimse  rahatsız değil mi bu sefaletten?

Eskiden beri kuaföre gitmekten nefret ederdim. Orda geçirilen zaman, ölü zaman gelirdi bana. Şimdilerde nefretin yanısıra ödüm de patlıyor. Sokağın ortasında saçım kesilecek, kurutulacak falan... İğrenç! Arkadaşlarımdan hiç birini ikna edemedim, saçımı kesmesi için... O yüzden belimi de geçmek üzere... Uçları inceldi, acayip kötü duruyor. Ama anlatamıyorum ki, ben salonumun gizliliğinde olup bitsin istiyorum herşey...

Yani ben bu kuaförlerin perdesiz vitrinlerine ve buna karşı çıkmayan müşterilerine kıl oluyorum!

2 Şubat 2011 Çarşamba

Tepelitaklak....

"Doksanlı yıllar İzmir Üniversitelerinde donuk, heyecansız ve tekdüze bir şekilde geçti ve gitti. ege ve 9 Eylül ilerleme gösteremedi. Örneğin, Güzel Sanatlar Fakültesi İzmir için bir denemeydi. orayı kurn ve ordan ilk ayrılan hocalardan biri aynen şöyle söylemişti. "Bu fakülte bir denemedir. Hem de başarısız bir deneme!" Kıdemli hoca İzmir'den ayrılırken çok üzgündü. İstanbul otobüsüne binerken ki son sözleri "Bu kentte ne bilim olur ne de sanat... Hiç bir bok olmaz! Olsa olsa rakı-roka-kalamar olur!" olmuştu. Haklıydı tabii. Yıllar ve yıllar boy, o kadar çok çaba ve özveri gösterilmesine rağmen, İzmir halkı sanatı bir türlü içine sindirememiş, benimseyememiştir. Felsefede, edebiyatta durum farklı mı olmuştur yani? Hayır.

Ege ve 9 Eylül üniversitelerinde yalnızca Tıp Fakülteleri büyük ilerleme kaydetmilerdir. Döner sermayeleri nedeniyle para sıkıntıları yoktur. Üniversite rektörlerinin sürekli Tıp fakültelerinden seçilmesi rastlantı değildir. Bunun nedeni İzmir'in yaşı oldukça ilerlemiş emeklilerden oluşan bir kent olmasıdır belki de. Ne de olsa Tıp fakültelerinin "müşterisi" hiç bitmez."

Ahmet Sipahioğlu'nun Tepelitaklak kitabından küçük bir alıntı... İzmir'lilere armağan... Rakı-roka derken, elden kaçırdıklarına dair küçük bir hatırlatma:)))

Kitap Metis yayınlarından çıkmış. Alıp okuyun bence... Ahmet hoca, çok ince yerlere dokunmuş... İzmir belki kendini silkeler... Kentine ve kendine ne yaptığına bakar...

Eline sağlık hocam :)