27 Ekim 2010 Çarşamba

sansür nerde?

Beynimizde... Kişiliğimizde... Karakterimizi yasaklarla oluşturduğumuz için, yasakçı davranmaktan başka bir yol bilmiyoruz.

Süperego, yetişkin anlamına gelen egonun bile önünde. Öyle olmasaydı, karar alan, uygulayan, hakkını savunan, hayatı düzenleyen ego bu denli karalanabilir miydi? "Çok egoist!" Neden? Çünkü benim dediğime katılmadı. İstediğini yapıyor. Sen neyi yapıyorsun? Toplum ne isterse onu. Özellikle de iktidar ne isterse onu. Çobanı seven bir milletiz. Hele de o çobanın sesi gür, kavalı nameliyse... Takıl peşine git. Kendi fikrini oluşturan, yetmezmiş gibi bunu dile getiren biri varsa sürüde...  -Kuuurtt! nerdesin? Yi bunu!

Büyük ölçekte durum bu... Küçük ölçekte de aynı. Aile içinde, işte, okulda, dernekte, sokakta, markette... Birileri yönetildiği varsayılan herhangi duruma eleştiri getirdiğinde "hakaret" olarak ele alınıyor. Tavsiye edilen  de SUSMAK.

Hele de iktidar gibi bir hasleti varsa bunu söyleyenin... Ona karşı gelmek bile "kaka" olmak için geçerli neden. Peki susan sizden yana mı?

Süperego, egoyu susturabilir. Cebir ve hile ile herşeyi yapar. Egosu gelişmeyen birey de kendini korumak için en iyi bildiğine sarılır. İD'e... annebabanın karşısındaki çocuk gibi tepinir. Tepkileri medeni olmaktan çıkar, hakarete ve vandallığa bile varır. Diyelim ki çocukça tepkiler gücü eline geçirdi. Bu kez roller tersine döner. Düne kadar çocuk olan, ebeveynini taklit eder, eski ebeveyn ise çocukluğuna sahip çıkar. Al sana dönme dolap gibi bir kısır döngü! Akıllı ebeveynler mi isteyelim yoksa birey olmayı başaranları mı? Ben ikinciden yanayım... Çünkü birey olan doğrunun nerde olduğunu görür ve kararını değiştirebilir. Bu yüzden dünyası yıkılmış gibi davranmaz.

25 Ekim 2010 Pazartesi

kurallar...

Aslında, öğütlerden çok akılda kalan kurallar oluyor...

Babamın en önemli kuralı, yemek zamanı herkesin sofrada olmasıydı. Eve geç kalan beklenirdi. Ama kimse,  aile içinde başkasına küs olsa bile o sofraya oturmamazlık edemezdi. Çünkü babam "sofraya küsülmez" derdi. Aileyi "ocak" temsil ediyorsa, bir araya toplayan da o ocakta pişen yemeğin olması ne kadar anlamlı değil mi?

Sohbetsiz yenmez ki yemek. Küsler bile barışmak için bahane bulurdu o sofrada. Babamla bir ay boyunca hiç konuşmadığımızı hatırlıyorum. Sonradan ikimiz de neden küstüğümüzü hatırlamamıştık :) Hala hatırlamıyorum. Ama her öğün aynı sofraya oturduk. Ben bir aile kurmadım. Aile sahibi olabilecek bir kardeşim var. Umarım bu kuralı kendi ailesinde de uygular.

Not: Ceksın, üzülme, iklim değişiyor, o öğüt geçersiz hale gelecek yakında zaten. :)
İncir6, anneni dinle... :) en azından bir kez, onu dinlediğini gösterip kadıncağızı mutlu et. Makyaj yapıp ziyaretine git :)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Öğütler...

Geçen gün bir polisiye dizi izlerken rastladım... polis, arkadaşına annesinin ögütlerinden söz ediyordu.  Adı "Annenin Yeri" olan bir yerde yemek yeme, doktorla kumar oynama, derdi seninkinden büyük olan biriyle yatma...

Düşünen ve matrak bir kadınmış... Senaristin marifeti olsa bile... İlginç. Annem bana ne söyledi diye düşündüm sonra. En sevdiğim laflarından biri "Kapalı avuca bir şey veremezsin". Her türden ilişkinin püf noktası... Karşındaki kabul etmediği sürece hiç bir şeyi kabul ettiremezsin. Basit ve çok doğru.

Hatırladığım diğeri, "Canının istemediği şeyi yapma, istemediğin yere gitme". Bu lafı çok sevdim ve uyguladım. Gerçi bu yüzden epey kavga ettik kendisiyle, ama napiim... Öğretmeseydi! Onun söyledikleri için de uygulayacağımı hesap edemedi demek ki. Bunda benim suçum ne? Hem laf dinle derler... Sonra da inatçı, dik kafalı!

Babam "şu zıkkıma alışma" demişti sigarasını gösterip. İçtim. "Madem içiyorsun, sabah kalvaltıdan önce içme" dedi... Yataktan kalkana kadar üç tane içiyorum.

Annemle çoğu zaman geçinemezdim ama onu dinlemişim... Babamla çok iyi anlaşırdım, hiç iplememişim. Vay canına!

Sizinkilerin öğütleri nelerdi? Neyi tutunuz, neyi iplemediniz? Bir düşünün bakalım. Hatta yorumlara yazın... Merak ediyorum.

18 Ekim 2010 Pazartesi

özgürlük...

Diyanet işleri başkanı  Ali Bardakoğlu dini vecibelerle, laiklik ve siyaset üzerine eşsiz görüşlerini anlatıyor NTV de... Özgürlüktür diyor, esas olan özgürlüktür... Artık tartışmayalım, icraat yapalım. Ne güzel!

Böyle düşünen bir insan neden Çanakale'nin Denizgöründü alevi köyünde cami açılışı yapar?

Herşey bir yana ben köyün adına bittim! Denizgöründü...

Gözü ufka dikmekte yarar var!

17 Ekim 2010 Pazar

Yaptııııııııım!!!!!!!! Başardıııııııııım!

Azim ile sıçan, taşı delerimiş :))))))))
Salkımsöğüt'ün dediği gibi "ona değmiş buna değmemiş" yaparken, işler uzadı... Sonunda kumanda panelindeki Tasarım'ı açtım... Gagdetları karıştırdım... Anacım orda duruyorlar işte. Ne maharet istiyorsan, ahanda ordalar... İki tık tık, bir kaydet... aaa en aşşada kaldı... Dön yine geriye, al ordan commenti yukarıya sıkıştır... al ordan geniş geniş duran izlediğim blogları istediğin yere sıkıştır... Oh be... iki dakka!

At Tut Serbest! Bu sana kapak olsun :))) (Tabii orda yüzlerce yazar var, alınmayın, kapağı Caner'e sunuyorum :))))))

Salkımsöğüt saol, senin sayende kendime kıl oldum da çözdüm şu olayı... Daha bir sürü kıl, tüy var o sayfalarda... onlarda da gözüm var.. şimdilik bugünkü şenliği küçültmeyeyim diyorum... Sırayla el atarım...
Sen yine bir şeyler karıştırmışsın... yok nar dekupesi falan... Kışkırcam belki ama, nasıl yaptığını anlamadım ki... O yüzden sakin sakin duruyorum şimdilik... :))

15 Ekim 2010 Cuma

Kendime kıl oldum!

İzleyicilerim yüzde doksandokuzu tanıdık. Bir tanımadığım Salkımsögüt var... Allah bilir oda tanıdıktır da, çaktırmıyordur... Bilmiyorum. Durup dururken günahını almayayım. :)  Hoşgeldin, aman da yeni blog açmışsın, hayırlı olsun kardeş demeye gidemeden, blogunu tırım tırım aranıp da bulamadığım özellirlerle döşemeye başlamış...

Ey ulu tanrım! Ben niye beceremiyorum bu İZLEDİĞİM BLOGLARI bloğumda gösterme  işini? Çok sorulan salak sorular bölümünde buldum oysa bunun cevabını... yapmaya çalıştım, google aboneliğin yok diyor hazret. E ne bu güzelim? Bi annat, bi yol göster de olalım... Yok! Aboneliğin yok sen bi bok yiyemezsin deyip bırakıyor.

Acaba benim seçtiğim bu dandik şablon mu desteklemiyor bu özelliği? Artık ortaya atıyorum bu sorunu... Bilen varsa gözünü seveyim bana bir ööretsin yaa... El yordamıyla bu kadar oluyor! Bir başka blog sahibine daha sordum, o da "SEN ÖĞREN BANA DA ÖĞRET" dedi eksik olmasın. Yorumlar da aşağıda bıdık bıdık duruyor... Bazen görmüyorum bile... Onların da şöööle sağ tarafta dizim dizim olmasını istiyorum... O nasıl olacak? (Bi kendine güven var bende de... maazallah! Sanki millet sıraya girdi yorum yapmak ve okumak için )  E, var napiim! Kıl olun! :))))

İşte! nazlı misket...




Ne diyeyim? Kırmızı ona çoook yakışıyor!

Konuk oyuncu: misket :)

       Yakışıklı değil mi?  Ama bir terslik var... Ne zaman onun resimlerini yüklemek için harekete geçsem, resim yüklenmedi... Aklımın ermediği bir teknik sorun yaşandı... Bugün önce resmi yükleyeyim dedim, başardım ama bu kez yazılar bir tuhaf yazılıyor ve yüklediğim resim ortadan kayboldu :)))) Kedilerin günahını alanlara bir hatırlatma yapalım şurdan... Kara kedi olaydı, hemen uğursuz derlerdi... Bakın akça pakça... doğuştan masum... Gerçi kendini beyaz diye yutturuyor ama burnunda göğsünde ve kuyruğunda muhteşem siyahları var... Annesini mi kandırıyor ne? :)))

Gerçekten bir sorun var...  Kendini göstermek istemiyor... ikinci resmi  bile yükleyemedim...  Tamam... Bu da böyle bir şey olsun...  O boncuk gözler belki beklenmedik bir anda blogda ortaya çıkar... falan filan... bu yazıyı yayına vereyim... sonra resimleri tek tek yükleyeyim...  Deneyelim bakalım...                                                                                                                                              

8 Ekim 2010 Cuma

Aklımın ermediklerinden...

Erse, ya kıl olacağım ya tüy dikeceğim, ama ermiyor. Türk TV tarihinde ikinci kez oluyor sunucunun gafı yüzünden işinden olması. Aklımın ermediği bu değil... Dünyanın heryerinde sanırım densizlik eden işinden oluyordur.
Alevilerin gücü şaşırtıyor beni. Ve güçsüzlüğü...
Önyargılı, kötü niyetli çıkartılmış bir lafın ulu orta gülmece malzemesi yapılmasına haklı olarak karşı çıkıyorlar. Hırsla kanal önünde gösteri yapıp taş atıyorlar... İstediklerini alıyorlar. Daha önce bir dizide köpeğe konan bir isim yüzünden aynı gösteriyi yapmışlardı. (Hayvanlara konan isimler ayrı yazı konusu olur. İnsan, sevdiği bir varlığa sevdiği birinin ismini neden koyamaz? bunu da anlamıyorum) İsim değişti, protesto ettikleri sunucular işlerinden oldu, programlar ortadan kalktı. Demek ki güçleri var. Demek ki, bu toplum onların duygularına karşı hassas. Bunlar güzel... Haklarını almaları da güzel.

Peki aynı hırslı, şiddetli tepkiyi neden yıllardır istedikleri reformlar için göstermiyorlar?
Neden yürüyüş bile yapmazlar din dersinin seçmeli olması için?
Neden Cem evlerinin ibadethane olarak görünmesi için eylem yapmazlar meclis önünde?
Toplum onların hassasiyetlerine bu denli hassassa bütün bu istekleri neden görmezden gelir?
Neden kendi TV kanallarını kurmazlar? Neden kendi gelenek,görenek ve adetlerini toplumla paylaşmazlar da bu safsata lafların ortalıkta dolanmasına izin verirler?

Neden hala susuyorlar? Ötekileştirmeye karşı bunca mücadelenin verildiği, kirli çamaşırların tek tek ortaya döküldüğü  bugünlerde bile köşelerinde oturuyorlarsa, belki  o kadar da ötekileşmediler ya da o kadar gizlilik ustası oldular ki, nasıl ortada olunacağını unuttular.

Aklım ermiyor belki tepkilerine ve tepkisizliklerine ama, takılıyor. Belki doğuştan kendimi "öteki" hissettiğim için, tüm "ötekileştirilenlerle" empati kurabiliyorum. Onlar adına, onlar için kızıyorum bir şeylere.... Ve birilerini kıl etmek istiyorum... Onu, şunu, bunu... hedef çoğunluk olan... hedef iktidar olan...  belki de hedef tam da onlardır. Yani ötekiler... Yani kendisi için bir şey yapmayan... Ufak ödüllerle yetinip kendini güçlü sanan...

Al işte, yine kıl oldum ama, kime olduğumu bile bilemedim...
En iyisi kendime kıl olayım! Sana ne be! Herkes mutlu! Sana ne!

6 Ekim 2010 Çarşamba

anket

Yazar Marcel Proust kedisi, gri tüylü Chartreux kedisi Tabby tarafından yanıtlanan anket:

Sizin için en büyük talihsizlik nedir?
Uykusuzluk

Nerede yaşamak istersiniz?
Burası gayet iyi.

Sizin için kusursuz dünyevi mutluluk nedir?
Güneşin altında uyuklamak.

En başta hangi hatayı affedersiniz?
Havlayan köpekleri. Havlamamak ellerinde değil.

En sevdiğiniz roman kahramanı kimdir?
E.T.A. Hoffmann"ın "Mur kedisi", Ludwig Tieck'in"Çizmeli Kedis"si ve Natsume Söseki'nin "Ben, Kedi"si.

Tarihte en sevdiğiniz şahsiyet kimdir?
Winston Churchill, kedisinin masayı kurmasına her zaman izin vermiştir.

Gerçek hayatta en sevdiğiniz kadın kahraman kimdir?
Kedilerle ilgili durumları destekleyenlerin hepsi... Eva Demski, Elke Hiedenreich vb.

Edebi eserlerde en sevdiğiniz kadın kahraman kimdir?
Bremen mızıkacıları'ndaki kedi. Bulgakov'un Usta ve Margarita'sındaki siyah kedi, Marlen Haushofer'in Duvar'ındaki gri kedi.

En sevdiğiniz ressam kimdir?
Cornelius Saftleven (1666 da ilk kez bir kediyi tek başına resmetti. B.F. Dolbin (Axel Eggebrecht'in Kediler
kitabının çizeri) Gottfried Mind,İsviçreli "Kedi Raffael", Michael Sowa,Theophile Steinlein.

En sevdiğiniz bestekar kimdir?
Domenico Scarlatti (la fuge du Chat)Franz List (Die Katzenfuge) Giacomo Rossini ( Das Katzenduett)

Bir erkekte en çok hangi niteliklere değer verirsiniz?
Dakik beslenme, dakik oyun saati.

Bir kadında en çok hangi niteliklere değer verirsiniz?
Yatağında kedinin yatmasına müsaede etmesine...

En sevdiğiniz erdem nedir?
İnatçılık

En sevdiğiniz uğraş nedir?
Kestirmek, uyumak, dinlenmek, yemek yemek, halı tırmalamak.

Başlıca özelliğiniz nedir?
Özgür irade

Arkadaşlarınızda en çok neye değer verirsiniz?
İnatçılığıma hoşgörü göstermeleri.

En büyük hatanız nedir?
????????

Mutluluk hayaliniz nedir?
Otomatik olarak doldurulan çerez makinesi.

Sizin için en büyük felaket ne olurdu?
Başka bir kedi daha...

NE olmak istersiniz?
Saçma bir soru: Bize zaten tanrı gibi tapınılıyor.

En sevdiğiniz renk?
Tekir

En sevdiğiniz çiçek?
Kedi nanesi

En sevdiğiniz kuş?
Karatavuk, iskete kuşu (Aslında hepsi lezzetlidir)

Gerçek hayattaki kahramanlarınız kimlerdir?
Downing street No.10 daki Chery Blair'in oturma hakkını elinden aldığı edi Humphrey ve Bill Clinton'ın kedisi Socks (aman Tanrım! İşi çok zordu)

Tarihteki kadın kahramanlarınız kimlerdir?
Sözde cadıların kedileri

En sevdiğiniz isimler?
Willi, Tabby, Pumin

En çok neden nefret edersiniz?
Soğuk, kar, karıncalar

En çok hangi tarihi şahsiyeti küçümsersiniz?
Blondi (hitler'in köpeği)

En çok hangi askeri güce hayransınız?
Çoban köpeği siperini teslim alan kedi. Bunun bir resmi de var.

En çok hangi reforma hayransınız?
Gallr kralı İyi Howel 936'da kedilerin öldürülmesi ve çalınmasını cesaya tabi tutan bir yasa çıkartmıştı.

HAngi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Konverve açacağını kullanabilmek

Nasıl ölmek istersiniz?
Dokuz canımı da tükettiğim zaman.

Şu anki ruh haliniz?
Her zaman huzurlu

Özlü sözünüz nedir?
Canlı bir kedi ölü bir aslandan iyidir!

Kedi Hikayeleri, Derleyen: Julia Bachstein, YKY yayınları

2 Ekim 2010 Cumartesi

Kızların yaşadıkları evler...

Evle ilgili yazılarımı gözardı ettim... Devam ediyorum...

Barınaklarımız mağara, saz kulube, ağaç evi, sal evlerle başladı ve bugün az hallicelerine dönüştü. Artık nohut oda, bakla sofa, mercimek mutfak, börülce banyolarda yaşıyoruz.  Hububat evlerimiz ise sefertasında.
Kızlar ve erkekler atalarına toz kondurmazlar, hep toz alırlar ve tapınırlar. Ama atalarının iyi yaptıklarını bugüne taşımazlar. İşlerine geleni alır diğerlerini unuturlar. (ama onlar neden işlerine gelir bilinmez, sorsanız da açıklayamazlar zaten)
Kızların çoğu, ömürlerinin yarısını harcamalarına rağmen geniş ve aydınlık mutfaklara sahip değildir. Çünkü o evleri erkekler yapar. Erkek aşının önüne gelmesiyle ilgilenir ama nerde, nasıl yapıldığıyla ilgilenmez. Karanlık bir oyuk neyine yetmiyor? Mimar olan uslu kızlarımız da aynı fikirdedirler. Onlar yemek yapmanın erdemsizlik olduğunu varsayıp babaları gibi davranır. Eskilerin sandık odaları neyine yetmiyor evde oturan salakların değil mi ama?

Oysa ateşin ve ocağın tek sahibi kızlardır. Ateş kutsaldır. Ocağın yanık tutulmasından kadın sorumludur. Ateşin bekçileri ise kadınlardır. “ocağım söndü” deyimi büyük kayıpların karşılığıdır.

Mutfak mutluluğun kaynatıldığı, kotarıldığı ve pişirildiği yerdir. Ve evin en güzel manzarasına sahip salonuyla aynı haklara sahip olması gerekir.  Mutfak üretimin, temizliğin, ağıztadının olduğu yerdir. orda sadece aş kotarılmaz; orda sorunlar çözülür.
Kızlar birşeyleri temizlerken, ovarken düşünürler. Çoğu farkına bile varmaz. Belki böylesi daha makbuldür, bilinmez. Mutfakta iş yaparken birileri uğrar, ayaküstü, dolandırmadan sorunlar dile getirilir. Uğrayan cevabını alır ya da yükünü bırakıp gider, kalan evirir, çevirir düzenler, tuz ekler, biber ekler, yoğurur, açar, yorulur  ama mutlaka sonuç alır.
Mutfak kaçılan, sığınılan sıcak bir yerdir. Ilık ve nemlidir. Ana rahmi gibi… Rayihası, aroması vardır. baharat, temizlik, kahve, kokar. Hayallere, anılara  kapı açan rayihalar… Hiçbir mekan ve zamanda yazılamayanlar mutfakta, musluktan akan su gibi berrak ve gürültülü akmaya başlar. orda farklı renkler, farklı desenler gizlidir. Zaman farklıdır. Mutfakta zaman renktir, lezzettir,kıvamdır. Böreğin üstü kızarır. Haşlanan fasulye dişe tam kıvamında dokunur. Çayın dibe çöküp demlenmesidir mutfaktaki zaman.

İşte böylesine değerli zamanlar, aydığınlığa bakan,(aydınlık denmesi acı bir ironidir, aslında karanlığa bakar) yapay ışığa mahkum, dolapları yetersiz, oturulup bir kahve bile içilemeyen dar, küçük tabutluklarda geçer.
Uslu, küçük mimar kızlar, kızkardeşlerine, annelerine, ablalarına, arkadaşlarına ve hatta kendilerine bu evleri armağan ederler.
Oysa Tanrı ayrıntıda gizlidir. (Orada gizli olan şeytandır diyenlere aldırmayın, kaba saba yaşamayı marifet ve tanrısal bir şey olarak göstermek isteyen gerçek şeytanların oyunudur bu J)
Ayrıntı yaşamın ta kendisidir. Yaşamak riski göze almaktır. Uslu kızlar riskleri sevmezler. Onlara öğretilenle yetinirler. Uslu kızlar ezbercidir. Ezber ise kısa vadeli bilgi demektir. Taklit ederler. yaşadıkları evlerin, zevksizliği karbon kopyayla çoğaltılır. İşe yaramazlık hayatımızın temel taşı oluverir.
Dantelli raflar yapmaya mecbur kalır güzelliğe aşık kızlar. Çünkü maydanoz yetiştirecek güneşli bir pencereleri bile yoktur. Mutfaklar yere serilen kilimlerle evin uzantısı haline getirilmeye çalışılır. Çünkü oturacak tek bir sandalye bile sığmaz.
Mutfak sanayii de gelişiyor kuşkusuz. Gerekli gereksiz tüm alet edavatı içine alacak yeni dizaynlar, geniş mekanlar yapılıyor. Aynen bir labaratuar soğukluğunda. O mutfaklarda mikrodalga fırın kesin koşul olarak var olmalı. Çünkü üç dakikada ısıtılıp, pişirilip 5 dakikada yenmeli ve kaçılmalı. Sonra diyetisyenlere koşulmalı...  Bence farkında değiller; düşü olmayanın aşı tatsız olur.

kızımı çok özledim....


Dünyada kapladığı yer ne kadar küçük... Arkasında bıraktığı boşluk ve özlemin büyüklüğüyle ters orantılı...  Ben bu tüylü göbeği öpmeyi çok özledim...

1 Ekim 2010 Cuma

Parka...

Sonbahar... Sabah uyandığında güneşli bile olsa, devamına güvenemeyeceğin havalar geldi... İki kez günlük güneşlik havada çatır çatır gürleyen, gözüne gözüne çakan şimşeklerden sonra, siyaha kesen bulutların indiriverdiği yağmurdan Griffitvari "sondakika" kurtuluşu yaşadım. Çantada her-daim-yanında-olmasında-yarar-olan yağmurluk taşımaya başladım...

Ama bir başka sorun da "ne giyeyim?" sorunu. Terletmeyecek kadar hafif, üşütmeyecek kadar tok ceketlere ya da benzerlerine ihtiyaç var.

Bu sabah gözümü açtığımda hava bulutluydu. Dışarı çıkmak istiyordum ve olmadığını bile bile canım ince bir parka  istedi. Neden diye düşündüm sonra? Neden parka?

Sistem askere dair herşeye böylesine karşı dururken, neden parka?

Siviller sistemin "koruyucusu" olan kurumun giysilerini giydiğinde pek de öyle algılanmıyor. Belki bu sadece bizde böyledir. Bilmiyorum. Amerika'da,Avrupada bunun kodu değişik olabilir. Askeri malzemeyi kullanmak "yandaş" anlamına gelebilir. Kafatasçıların seçimi olabilir oralarda...  Gerçi onların rengi siyah, böyle de bir ayrıntı var...

Deniz Gezmiş'in Şarkışla'da yakalandığı fotoğraf geliyor gözümün önüne... Yanında duran iki askerle birlikte... Hiç kimse onların arasında benzerlik kurmadı. . Deniz'in üzerinde duran "parka"nın kimliği farklıydı....
Sistemin içinde olanla, sistemiin dışında olmayı tercih eden arasındaki "görünüm" benzerliği kimseyi yadırgatmadı. İrkiltmedi... Hatta tam tersine kimliği belirten bir akım oldu.  Sistemin içindeki parkalılar, yönetime el koyunca, ABD ideolojisiyle birlikte malları da artık pazarda bile satılmaya başlandı. Kimlikler de "moda"ya uydu. Şimdilerde "marka"lar kimliğini belirliyor. Sisteme ne denli entegre olduğunu, etiketinle göze sokuyorsun, o da senin fiatın oluyor...

Benim sistemle ilişkim, dengesiz. Bazen içine alıyor beni, ama çoğunlukla türüküp atıyor. Ne marka oldum, ne de markalara uyumlu...  Bu aralar yine sistemde bir gedik açıp içine sızmaya çalışıyordum ki... Markalar önüme geçti... Bunu bilmezsin, görmezsin, ama illaki hissedersin. İçindeki şeytan burnunu gıdıklayan tüy gibi dürter seni... 

Sabah uyandığında hava bulutludur, serindir. Bazısı böyle durumlarda anasının rahmine dönmek ister... Anasının rahmine dönme sendromunda olamadım bir türlü... Ben parkaözler sendorumuna yakalandım.
 Parkanın Deniz'in üzerindeki kimliğine sığınmak istiyorum. 

Bu aralar sistem yine beni tükürmeye hazırlanıyor ve benim canım parka istiyor.

Ya da ne bileyim, herşeyi sittiredip anamın rahmine dönerim. Henüz,  beni doğurduğunu unutmamışken...